Pazartesi, Mayıs 31, 2010

İçimde uyuyan feministi uyandırMAyın!

Dünya Sağlık Örgütü bu günü "World No Tobacco Day- Dünya Tütüne  Hayır günü -Dünya'da Tütünsüz 1 gün" ilan etmiş. Kadınlar arasında tütün salgını erkeklerden daha hızlı yayıldığı ve çocuk yetiştirirken harcı anne vurduğu için bu sefer kadınlar merceğe alınmış. Başlık işin şakası aslında, teaser diyor ya sevgili tv'ciler - az sonra bir nevi :) Gene de sevmem cinsiyet ayrımcılığını - bilen bilir, burada da yazmışım "Kız Çocuklarına Doğru Modeller oluşturalım".
Oğlum da Kadın ve Erkek'in düşman değil, ast-üst hiç değil, doğal ikili olduğunu görerek büyüyecek, inşallah bizim çocuğumuz olacağına göre. Hep hem kızlar hem erkeklerle beraber oynadım, beraber okudum. Her karşı cinsi kendine kısmet gören anlayışı 20'li yaşlarda farkettiğimde kal gelmişti. Böyle bir bakış açısı var. Öyle kadını trafikte sıkıştıran, iki fıkrayla kadın beynini indirgeyen ucuz delikanlılara karnım tok.
Dönersek konuya basın bülteninden bir alıntı ile:
Kadınlar arasında hızla yayılan tütün salgınının kontrol altına alınması, tütün ile mücadele stratejisinin en önemli hedefidir. Bu amaçla, Dünya Sağlık Örgütü, 2010 yılı Dünya Tütüne Hayır Gününde, tütüne karşı kadınların ve kız çocukların dikkatlerinin çekilmesi ve bilinçlendirilmesini amaçlamıştır.


Logo ve altında yazanlar çok ilginç geldi. Sigara içmek çirkindir. Tütün tüketmemek bir Kadın Hakkı'dır. Çok ironik geldi. Bundan on yıllar önce Feminist fikrin öncüsü kadınlardan bazıları erkeklerle eşit olduklarını ispatlamak için deliler gibi sigara içiyordu. Feminizmi cahillikten ve alt çakralarının doyumsuzluğundan alternatif cinsel seçimmiş gibi sunan erkekler oldu. Sonra her kavram gibi feminizmin de içini boşaltıp rahat ettik hep beraber.
Kendi adıma- hiç sevmem tütün, puro, nargile. Kokusu içimi bayar. TR'de hiç tahmin edilmeyen bir şey oldu. Genelde sigara yasağına şimdilik uyuluyor. Sigara içenler açık havaya ya da sigara odalarına gidiyor. Kışın idare ediyorduk da, bahar ve yaz gelirken yeni bir sorun baş gösteriyor. Sigara içmeyenler dışarıda otururken dumanaltı kalıyor. Bu uygulamadan önce daha dikkat edilirken, şimdi belki de kısıtlanmışlığın tepkisel coşkusu ile sigara içenler çevrelerinde bebek, çocuk vs. var mı bakmadan seçiyorlar oturacakları masayı, yakıyorlar sigar(a)larını, puf-puf dumana boğuyorlar bizi.
Tamam üzülüyorum kendi bedeninize zarar vermenize de artık önce kendi bebeğim. Zaten hormonlarım değişmiş, beynimde endişe bölgesi aktif olmuş anne olunca, olmuşum bir nevi She-Ra (Hatırlayanlar için He-Man'in kadın versiyonu çizgi dizi - pek de tutmamıştı.).
O zamaaan yeni bir kampanya isteriz: Sigara içmeyenler DE açık havada oturabilsin!!!

Cumartesi, Mayıs 29, 2010

Adalardan bir yar gelirrr...


Şarkılardan devam ediyorsak -İstanbul'un tadını çıkarmanız için bir davet kabul edin bu yazıyı :)

Haftasonu çok kalabalık ve hatta tatsız olduğu için bir Çarşamba günü Ali'nin de işten izin almasıyla adalardan en sevdiklerimize gittik. Önce Burgaz Ada'da Bira-Meze-Balık yaptık. ("Rakı yaraşşşırdı." diyen olursa "Çok sıcaktı, rakıya giremedik".)



Sonra da Heybeli'de geziye çıktık. HeybeliAda'nın büyüsü apayrı tabi. 4 sene önce kaça koşa gittiğimiz Halki Palas'ın manzarası da hala gözümün önünde... Yerleştiği harika coğrafyanın ve tarihinin gururuyla mağrur, gururlu ve ne de olsa eskiyen yüzüyle mütevazı. Bana göre 7 yıldızlı şimdinin ultra lüks otelleri ilginç ama geçici/ pop bir değerse (!), eski otellere nur yağsın:)
Özellikle Heybeli'yi gezdikçe, eski ama inanılmaz ince işçilikli evlere hayran kaldık. Sahipleri belki eskinin zenginleri, şimdinin orta sınıfı ki evler bu denli bakımsız herhalde diye akıl yürüttük.
Sonra Ali başladı hesaba kitaba gene. Loto'dan kaç trilyon kazanırsa bu evleri alırız, kendisi de mecburi olarak tatil çıkar diye. Zira 5 trilyon TL falan kazanırsa çalışmaya devam etmesi gerekiyor. Neden mi? 3 Trilyona Ali ile yıllardır gözümüze kestirdiğimiz metruk-hayaletli evi alıyor, 500TL'ye yeniliyoruz. Üstüne kalan para bir ömür yetmeyeceği için benim sağlamcı eşim gene çalışmaya devam ediyor. Dolayısıyla da Evren/ Allah / Büyük Yaratıcı veya adına her ne diyorsanız, bizim şımarık olduğumuza hükmederek henüz parayı göndermiyor. Değil oysa, da o eve taktık. Hamileliğim boyunca yaptığımız gece yürüyüşlerinde her önünden geçişte "Bahçesine neler dikeriz" e varıcaya kadar muhabbeti ilerlettik. Kendi 3 kuruşluk peyzaj bilgimiz dahilinde Pembe At Kestanesi, Mor Salkım, Erguvan, Ortanca... Şöyle bir de keşke eski bir Çınar Ağacı olsa bahçemizde, gölgesinde uyumalıki kitap okumalık....
Ali'nin loto sevdasına dönersek, canım eşimin kaç yıllardır dünyanın dört bir yanında oynamadığı loto kalmadı. NY'da kaldığı 10 günde yapılan tüm çekilişleri incelemiş, kazanma oranına göre belirlediği parayı dağıtmış, ve hatta kazanırsa ödülü kendi adına alacak dost/arkadaş ABD vatandaşını ve ona vereceği yüzdeyi bile belirlemişti :) Şimdilik en büyük kazancı Las Vegas'ta otelin kumarhanesinde kazandığı parayla otel ücretini bedavaya getirmesidir. Otel kaybetti yani?


Temiz hava Dnzhn'ı çarptı, 2 saate yakın uyudu. Biz de ha babam dolaştık. Sonra dalgaları, martıları, karabatakları seyrederek geri döndük:)






Salı, Mayıs 25, 2010

Garson bira getirrr...


Bir şarkı var aklımda, müziğini ite kaka Ali ile beraber çıkardık:
Garson Bira getir,
Garson Şarap Getir,
Yaşa Çarliston...










Pazar günü Ali'nin canı hamburger, benim canım soğuk bira çekti. 











Hamburger de iş mi demeyin, yeni trend bu İstanbul'da son bir kaç senedir. Herkes ardı ardına Hamburgerci açıyor, iş de yapıyor, üstelik ekonomik değil, lüks tüketim ürünü olarak. Bir yanda Caddede yürüyüş yapmak Dnzhn ve pusetiyle kolay. Favori hamburgercimiz Gourmet Burger maalesef burada yok, sadece Kanyon'da. Sonunda gittiğimiz mekanda* siparişler gelirken baba-oğul şov yaptılar. Bar tezgahına vurarak Barmen'i çağırdılar. Barmen de espriden anlayan bir çocuktu, oğluma hemen buzzz gibi bir bira getirdi.

Ama hain ana-baba olarak kaptığı şişeyi oğluma yar etmedik, babasıyla biz içtik biraları, götürdük hamburgerleri. Oğlum da ona özel tuzsuz hamburger köftesini ve ıhlamurunu içti- böğk demeyin, onun yediği içtiği yanına kar.


(*)Bu mekanın reklamını yapmam, yapamam. Zira tasarımını, konseptini, mimari uygulamalarını çoktan başarıyla tamamlamış olsak da ödemekle yükümlü oldukları tutarın tamamını hala ödemediler. Klasik TürK EsnafI mantığı gene. Abim dünyanın en sosyetik köşelerine kayağa gider ama ödeme günü gelince bitiktir, zavalldır, batmıştır.
İlk 3 mekanın uygulamasını da yaptık, sonra içimize sinmedi, onlar büyümeye devam etse de, onlarla beraber devam etmeme kararı aldık. 


Ama işte Ali seviyor, arada gidiyoruz:) Oğlumuzun bebeklik aksesuarlarını da içki masamıza alet ettik...



Pazartesi, Mayıs 24, 2010

Eminönü'nde ıslak kedi...

Tamam hava kapanacağım dedi, bir iki güne şöyle bir yağacağım, böyle bir eseceğim diyordu da daha yağmayacaktı. Cep telefonumdaki Yahoo! kaynaklı İstanbul meteoroloji de beni yanılttı.
Cağaloğlu'nda işim vardı, feribotla Harem'den Sirkeci'ye geçtim. Feribottan gördüm gerçi sadece Eminönü'nün üstünde bir gri bulut. Da olmaz bana, indirmez canım diyerek gittim yazlık giysilerle. Hem oğlum da yanımda yok diye boncuklu uzun süslü kolyelerimden taktım. Oğlumu kucağıma alınca batıp rahatsız ediyorlar diye mahrum kaldım boncuk boncuk kolyelerimden:)
Feribot yanaştı ve adımımı atar atmaz yağmur başladı. Daha o anda başlayan yağmuru bekleyen şemsiyeciler kabaca 5sn içinde pozisyon alarak kovalarda 5-10-15TL'ye çeşit çeşit şemsiye satışına başladılar. Bu şemsiyeciler bildiğimiz düz insanlar mı da yağmur yağar yağmaz topraktan biter gibi karşımızda bitiyorlar, bilemiyorum.
O gün karar verdim ki Yağmur Yağdıranlar/RainMaker'lar olarak bir klup kuracağım.D*n*muza kadar ıslanmamız bir işe yarasın bari:)

Resimler yağmur sonrasından...

Pazar, Mayıs 23, 2010

1 Haziran!

Maalesef Türkçesi elime geçmedi. Ama olay Türkiye'de cereyan ediyor. Ben yayınladığıma göre cezalı olarak tercümeyi yapıyorum :)
***
1 Haziran 2010'dan itibaren Türkiye yollarında 12 yaşından ve/veya 36kg'dan düşük çocuk taşıyan her araçta oto koltuğu zorunlu. 
Verilen şu istatistik çok çarpıcı:
  • Oto koltuğunun zorunlu olduğu ülkelerde trafik kazalarında çocuk hayatta kalma oranı %97
  • Oto koltuğunun zorunlu olMAdığı ülkelerde trafik kazalarında çocuk hayatta kalma oranı %54
Düzenleme ön koltukta veya kucakta çocuk taşınmasına engel olacak olsa da, kalifiye olmayan ve  ucuz modellere talep artışı riskini de doğuruyor. (Bu cümleyi eminim daha iyi tercüme eden olacaktır, gece gece içeriğe bakın derim:))
Doğru Oto Koltuğu seçimi için:
*İlgili Birleşmiş Milletler Standardını karşılamalı;
*Çocuğun boy ve kilosuna uygun olmalı;
*Verilen talimatlara uygun olarak araca montajı yapılmalı;
*Bir kazaya karışan oto koltuğu kesinlikle tekrar kullanılmamalı!
***
Oto koltuğu seçiminde eşimin araştırması ve tavsiyeler sonucu Britax Römer'in Isofix'li Teleskopik bağlantılı bir modelini aldık. Biraz tuzlu piyasadaki diğer modellere göre ama sağlamcı mühendis eşimin seçimi bu oldu. (Ailede bir kişi bu konularda bu kadar titizlenince, onun araştırma yaptığı saatlerde ben de rahatça arkama yaslanıp takip ettiğim blogları okuyabiliyorum. Eşim arada yaptığı araştırmalardan bahsedince de Hıı? Ihı. gibi nidalarla kendisine desteğimi vurguluyorum :P)
Not: Oto Koltuğu seçiminde bu konuda çok araştırma yapmış bir annenin, Damla'nın blogunu da okumanızı tavsiye ederim. Gene Damla ve eşinin kurduğu Nurturia'da da size bu ve başka pek çok ebeveynlik çıkmazında fikir verecektir- bana veriyor:) Eşim ise doğal bilge daha önce de dediğim gibi, ebeveynlik konusunda kitap ve blog okumuyor. İyi bir ikiliyiz:P

İkinci diş hoşgeldiiin:)

Dün 2. alt dişimiz de kendini gösterdi.
Gelişim çok hızlı, her gün bir bir şeyler gösteriyor oğlum bize. Ağzımız açık kalıyor, hatta bugün Ali'ye-eşime, "Biz bu oğlanı küçümsüyoruz." dedim, yanında yaptığımız her şeye dikkat edelim, kayıtta bıcır manasında:) Aslında da öyle yapıyoruz, benim İstanbul'da araba kullanırken dayanamayıp bir kaç kez ağzımdan kaçırdığım "Hıyar!" nidası dışında. Ne yapayım, kaçıyor o kadarı ağzımdan:P
Zaten yanında onu ilgilendirmeyen, mesela kel alaka ve iç bayıcı bir konu olarak ev kredisi vs. gibi bir şey konuşursak, bizimki kanalı cızırdama moduna çevirip "Benim yanımda benimle ilgilenin!" mesajını veriyor.

  • Babası benim kucağımdan Dnhn'ı almak isterse, kahkahalar atarak kaçıyor, benim boynuma sarılıyor.
  • Bir kaç aydır bizim evin uzun koridorunda Dnzhn kucağımda olarak babası bizi kovalıyor, kaçarken çığlık çığlığa kahkahalar atıyorduk. Artık emeklerken ben peşine -gene emekleyerek- takılınca, bezli koca totosunu sağa sola sallayarak hızlanıp kaçışı, heyecanlanıp hızlı hızlı nefes alışı, bir yandan da kahkahaları görülmeye değer:)
  • Bir de ellerini çırpıyor. Bunu kimse öğretmedi - zaten bir şeyler öğretmek yerine bizi izlemesi daha doğal aslında. Ah çok bilgece bir laf ettim, allah şaşırtmasın/sapıttırmasın diyorum:)
Geçen gün yeni açılan mini AVM Cozzy'de yemeğe gittik. Oldies'deki yemekler güzeldi, bir de çikolatalı sufle götürdüm. Denizhan da ızgara köfte yedi (1,5 köfte kadar tabi) Sonra garson tabakları almya gelince adamın gözünün içine bakarak alkışlamaya başladı. Ben de "Köfteleri çok beğendi de." diye espri yapıp da garson da ciddiye alınca en son Şef masamıza geldi. Ama Dnhzn aşçıyı ne kadar numara yapsam alkışlamadı. Bu anılar nedense yaşarken ve zihinde hatırlarken daha güzel de, klavyeme bir şeyler oldu herhaldeki yazınca saman kıvamına geliyor.

Perşembe, Mayıs 20, 2010

Sünger Bob Türkiye'de...

Yandaki çocuk resmi e-posta yoluyla gelmişti. Çocuklar için gerçek ve sanal arasındaki çizginin ne kadar silik olduğunu ve hatta gelişen teknolojik ürünlerle daha da silineceğini hissettirdi. "Ne Mutlu Türk'üm diyene" diyen bir Sünger Bob. Çok tatlı bu masumiyet... Bir yanda da AB Standartları, kimlik falan derken zaten bir tek Sünger Bob sesli olarak bunu telaffuz edebilecek herhalde yakında :(
Gene söz buradan açılmışken TV hakkında bir kaç not...
Eşimin çalıştığı şirketin bir araştırma şirketine yaptırdığı* araştırmaya göre Türk Çocukları'ın %65'i boş vakitlerinde televizyon seyrediyormuş. Bu üzücü ve düşündürücü. Daha da ilginci çocukların en çok izlediği TV programları listesinde Dizi Film'ler  %30 ile birinci sırada. Çizgi filmler ise 5. sırada. Bu daha da ilginç.En sevdikleri karakterler ise %29 oranında Çizgi Film karakteri ve %20 oranında Dizi film karakteri olarak belirlenmiş.Ben Sosyolog, Psikolog, Xolog değilim, basit bir Mimar'ım. Bu mütevazı altyapı ile benim bu araştırmadan anladığım Çocukların geç saatlere kadar oturup,(dizi filmler geç saatlerde yayınlandığına göre) büyükleriyle beraber büyükler için çekilmiş dizileri seyrettikleri.Doktor Sabiha Paktuna'nın bir lafı var: Eğer öğüt ve ceza ile bir yere gelinebilseydi binlerce yıllık geçmişi sonunda insanoğlu muma dönmüştü. Çocuklara bir şey anlatmak istiyorsanız öğüt vermeyin, örnek/model olun. Aslında bu kadar basit mekanizmalar. Da ürküyorum bazen, yanlış örnek olmak için Freddy Krueger olmaya gerek yok, farketmeden çocukta bir motif, bir yanlış alışkanlık geliştirmek mümkün. Yaşadıkça görülecekler listesinde bu da...
(*) Şirkete özel yayınlanmış bir araştırma olduğu için sadece alıntı yapabiliyorum.

Çarşamba, Mayıs 19, 2010

Yeşil'de...

Her zaman doğada, özellikle Deniz'de ve Yeşil'de olmayı çok seviyorum. Hele ki canım sıkılınca hemen yeşile gitmek isterim. Çimenlerde mümkünse çıplak ayak yürüyeyim, ağaçların gövdelerine yaslanayım, varsa hamakta sallanayım. Bizim ufaklık da bayılıyor...
Hayatımdaki D'ler de güzel fotograflarıyla bizi de motive edince geçtiğimiz ay önce kendimizi Polonezköy'e, başka bir hafta da Maşukiye'ye attık.
Resimler bu günlerden...
Polonezköy'de amatör ruhla oluşturulmuş bir hayvanat bahçesini gezdik ve hayvanları tanıttık bizim gezegenin 9 aylık yeni yerlisine.
Bildiğin tüyleri uzun cinsten koyun'ların bölmesine Sibirya Atı yazılmasına güldük, gruptakileri kandırdık, o an bize çok komik geldi bu:) Denizhan ile beraber Geyiklere ot verdik, ördeklerden korktu, hamakta kuzeniyle sallandı ve çimleri-çiçekleri yoldu.
Maşukiye'de de suda yüzen alabalıklara baktık ama Denizhan onlar içindeyken suya elini sokmak istemedi, ürktü biraz, babasının oğlu anlaşılan, tedbirli çocuk...

Salı, Mayıs 18, 2010

Sonunda Diş!

Yaklaşık 2.5 aylıkken Dnzhn'ın ağlamalarının diş çıkarmadan kaynaklandığına karar verip, bir koşu bu bilgece(!)  teşhisimi ailem ve arkadaşlarımla paylaştım. E göz rengini paylaştığı dayısı da 3.5 aylık erken erken çıkarmıştı ya.
Annemler heme Diş Buğdayı tarifleri aradılar..Anneanne-Babaanne böyle motive olduktan sonra oğlum büyürken hiç bir ritüeli eksik kalmaz, bunu bilmek çok rahatlatıcı:) Ama tabi yöremiz- kültürümüz ile sınırlı bu liste, Bar Mitzwah istemesin kimse.
Diş hikayesine dönersek sonraki 5,5 ayda "tık" olmadı :)
En son oğlumuz 7 aylıktı sanırım, gene uykusuz bir gecenin ardından Kayın-validem ile yaptığımız klasik bir "önceki gece değerlendirmesi" telefon görüşmemizde "Anne sanırım dişi yüzünden." cümlem üzerine artık dayanamayarak "5,5 aydır DİŞ diyorsun kızım?" dedi. E, haklıydı da:)
Sonunda beklenen diş hayranlarını saha fazla üzmedi ve aramıza katıldı. Tam 9 ay 2 gün'lükken, vakanüistler için kayıda geçsin, 8 Mayıs 2010'da oğlumuzun alt sağ dişi gözüktü.
10 gün bekledim ki diş-li bir fotograf ekleyeyim. Ne mümkün? Ben zannediyorum ki bu diş bir roket hızıyla fırlayacak, selvi boyuyla alt çenede arz-ı endam edecek. Yok, öyle olmuyormuş, topraktan yavaş yavaş çıkan bir filiz nazeninliği ile geliyor. Tırtırlı üst yüzeyi ele geliyor ve belli ki kaşınıyor. Bir ademoğlu diş arama/tarama yaparken alt çenesine parmağıyla masaj yaparsa çok mutlu oluyor minik kedi.
Bu arada başka neler yapıyor bizim bıcır derseniz: Evde salon, koridor, mutfak 4 ayak olarak keşfedildi. Cesaret versem diğer odalara da dalacak. Emeklemede sıkıntımız yok, tam sürat kaçıyoruz.
Bir yerlere tutunup ayağa kalkıyor bir kaç haftadır. Ayakta durmaya, bir şeyler kurcalamaya bayılıyor.
Bu ayaktayken kurcaladıklarıyla ilgili bir şeyler anlatacağım. Salonda kendisi için ayırdığımız oyun bölümünde bir de kütüphanesi var. Üstte kitaplar, altta oyuncakları duruyor.
Çocuğumun entellektüel altyapısı çok kuvvetli. Şimdiden kendi kütüphanesine gidiyor :P, kendi seçiyor okuyacağını desem inanmazsınız, buyrun o zaman...



Not1: Şimdilik onun kitapları az olduğu için üstteki raflarda çocuk ve bebek gelişim kitapları da duruyordu- aslında benim kitaplarım yani. Yakında o kitapları kaldırmam gerekecek. Çünkü şimdilik yemeyi, buruşturmayı en sevdiği kitaplar Prof. Dr. Sabiha Paktuna'nın kitapları. :)
Not2:Blogger'ın bu teması video yüklememe müsaade etmiyor. Demokrasilerde çare tükenmez diyerek videoyu oraya yükleyip, bu yazıya ekledim. Bir bilen varsa beri gelsin?
Not3: Videoyu izledikten sonra anladım ki videodaki çocuğun annesi telesekretere konuşamadığı, sesli mesaj bırakamadığı gibi videolarda da konuşmasa çok hayırlı bir iş yapmış olacak:)

Pazartesi, Mayıs 17, 2010

Çınaraltın'nda bir Garip Denizhan...

Bekarlık soyadım "Özbilen'in etkisi" diyerek kendimi kurtarayım - gençken de hep bir bilirdim, bir bilirdim, bu kadar olur. Gene bütün bu bilmişliğimle "Ben avrupalılar gibi çocuk yetiştirmek istiyorum. Restoranda bağırıp çağırmadan kendi kendine takılan, sofrada olmayı anlayan ve bundan mutlu bir çocuk." demişliğim vardır.
Şimdi o geçen yıllar boyunca büyük büyük konuştuğum şeyler tek tek karşıma çıkıp bana dediklerimi yutturacak diye zaman zaman korkmuyor da değilim:)
***
Gene de bir şeyleri doğru yapıyor da olabiliriz kiii, geçen haftasonu gittiğimiz kahvaltıda Dnzhn çok keyifliydi. Sıcak ve keyifli olsa da lodosun şiddetli olduğu bir havada dev çınarların altında kahvaltı etmenin keyfini çıkardı. Sallanan dallara bakıp, düşen dalları oyuncak yaptı. Babası Kıymalı Kol Böreği'ni , annesi Bal-Kaymak'ını afiyetle yedi, bitirdi. Hiç de kaçar gibi kalkmadan Türk kahvemize kadar içtik. Arada oğlumun eline köylü bebeleri gibi ekmek somununu tutuşturduk, oynadı durdu.

Not1: Ekmek de tam buğday ekmeği, lütfen.Rahat annelik yaparken numaraya kaçmadık yani.:P
Not2: Yaşlandığım her sene, Türk Kahvesi'nden aldığım keyif de artıyor... Bakalım bir üst limiti var mı bu hazzın?

Kanguru'lamalıda mı saklamalı?

Herkeslerin pek methettiği, hatta sevgili Jale'nin bizzat tasarladığı Swing- bildiğiniz çingene askısını kullanmakta biraz gecikince Dnzhn bunun içine girmeyi reddetti.
Sevgili Hamile Pilatesi ve şimdi de bildiğimiz Pilates Hocam Jale -ki kendisi omurga konusunda otodidaktik* bir uzmandır- ve Karyopraktr'ım önerisiyle Ergo Baby almaya karar verdim.
Gel gör ki "Karar vermek başarının yarısıdır." kuralı burada işe yaramadı. Amazon bu ürün için ülkemize gönderim yapmıyordu. Havai menşeili bir ürün olan Ergo'yu Avrupa'dan satın alsak kat be kat fazlasını ödememiz gerekecekti. Yani 100 dolar yerine 200€ ödemek delilik değil midir?
Sonuçta oğlumun kredisinden kullanıp NY'daki büyük dayısına kargo işleri çıkarttık. Oysa dayının o aralar doktora başvuruları, başka bir çok eyalette mülakatları varken bir zamanda da kendine gelen kargoyu sobeleyip, bize uçmak üzere tekrar kargoladı.
Sanırım 2.5 aydır kullanıyoruz, çok memnunum, çok rahatız. Gene Karyopraktr'ın önerisiyle oğlumu içinde taşırken günde 1 saati geçmemeye özen gösteriyorum. Bu da bana yetiyor.
Geçen ay gördüm ki e-bebek'e gelmiş artık bu ürün. Oysa 2 ay boyunca az uğraşmadık takım olarak türlü türlü alternatifler araştırırken. Gene de şimdilik gelen ürünler biraz sade. Bizimki daha oyuncaklı, süslü, şımarık bir şey :) Hem de organik pamuktan :P Bir de kolları emdiği Emme Bant'ları almıştık.
Foto Hamiş 1: Annesi her fotografta çılgınca gelecek kulağa ama "farklı bir kadın" gibi çıkmasına ve hiç de fotojenik olmamasına rağmen oğlum tam tersi - Bir Foto Bebek!!!

Foto Hamiş 2: Evde ve dışarıda oğlum çıplak ayakla dolaşıyor. Şu sokakta, bu sokakta üstüme her an başka bir Türk Annesi'nin atlaması ve beni sorumsuzlukla suçlaması an meselesi. Ama bilmiyorlar ki ayağına giydirilen her şeyi çıkarmak için delicesine uğraşıyor ve 30 sn sonra Ta-Taaaa... Ayaklar çıplak minik börekler olarak piyasaya çıkıyor.

(*) İlgilendiği konuda kendi kendini eğiten, yetiştiren demekmiş. Geçen gün bir kitapta okudum. Bayılıyorum antin kuntin kelimelere -en azından bildiğim 2 dilde :)

Çarşamba, Mayıs 12, 2010

Konjönktür gereği canımmm...

Şimdi ben buraya oğlumla ilgili olmayan (!) ve hatta siyasi bir şeyler yazınca sevgili eşim bana işaret fişeği gönderiyor. Tamam ama bu bir günlük aslında. 1984 romanındaki gibi olmasın. Bir gün Denizhan aklı erip de ne tuhaf bir ülkede, ne değişik kurgulanmış bir global dünyada yaşadığını farkedince küçük dilini yutmasın. Okusun,  hepsinin aslında planlanmış olduğunu anlasın.
Yani aslında x partisi veya y partisi var ve bunlarında liderleri var zannediyoruz. Ya değilse?
Özgür hatta dünyanın gelmiş geçmiş en özgür zamanlarından birinde yaşadığımızı düşünüyoruz, bunca teknoloji, bunca iletişim, bunca mutfak ıvır zıvırı bizim için mi? Gerçekten mi?
Peki çocuğunuza özgür iradenizle mi sevgi ve eğitim veriyorsunuz? Emin misiniz?
Aşağıya 1 video ve bir yazı linki ekliyorum.
Türkiye'de politika
Vulgar Bir Çağda Ebeveynlik


Bir de bir yerlerde bir video izledim de şimdi linkini aradım taradım bulamıyorum. Kısaca özetlersek şöyle diyordu videoda konuşan Prof. Dr. Sabiha Paktuna: Dünyada 287 (bunu yanlış hatırlıyor olabilir) kültürde annelere sormuşlar: "Bebek geceleri nerede uyur?" 
Amerikan toplumu ve gene bu kültürün etkisindeki kültürden kadınların hepsi "NE? Bebek annesinin yanında yatar." demişler.
Nitekim 2 aylıktan beri odasında melekler gibi uyuyan oğlum 8 aylık olduğunda çığlıklarla gecede 20-30 kere beni çağırmaya başladığında ben ya alerji, ya gaz diyordum. Doktorumuz Sabiha Hanım'ın önerisiyle minik - babasının tabiriyle herif- bizim odaya geldi. Arada çok mık mık larsa hem ona kıyamamaktan hem de annesinin beli uzun zaman önce beşiğe koy-al davasından dağıldığından aramıza yatırıyoruz. Misler gibi uyuyor. Bazı geceler babasını yataktan düşme raddesine gelinceye kadar sıkıştırıyor- sokuluyor, bazı geceler beni. Bakmaya doyamıyoruz.
Dolayısıyla benim uzun süre önce oğlumun bünyesinin almaması sebebiyle vazgeçtiğim tüm yöntemler şimdi ÇÖP'te.
Nokta.


Not: Nokta'dan sonra not işin içeriğini hafifletiyor ama ne yapalım :P Üstteki fotograf oto- koltugunda, alttaki fotograf oğlum yanımıza taşındıktan sonra yataklarımız yan yana. Saçını da biri taramış, sağolsun...

Salı, Mayıs 04, 2010

Şükretmek...


Gençken bana bu kelimeler çok arabesk, abartılı, fazla duygusal, gerçeklikten kopuk vs. gelirdi. Alman gibisin diyenler olmuştu, şimdi şimdi anlıyorum ki bunlar korunma zırhları, maskelermiş. Artık hayat yolunda arabam hangi çukurlara girdi, kafama hangi saksı düştü bilemiyorum ama şimdi tam ters yönde arabamı sürüyorum, istikamet ARABESK KÖY.

Şükrediyorum. Başıma gelen gıcık, sinir bozucu, istenmeyen veya talihsiz şeylerin ardındaki anlayamadığım ve artık anlamama da gerek olmadığını farkettiğim ilahi zekanın bildiği bir şeyler var diyebiliyorum. Tabi "o talihsiz şey" başıma gelince hemen değil ama bir kaç saat/gün içinde zihnim netleşiyor, ruhum duruluyor.

Yani sonuçta Şükrediyorum. 
Yandaki fotografları komşumuzdaki tadilatın kırım seslerinden kurtulmak için anlık bir kararla oğlumu kaçırdığım Selamiçeşme Özgürlük Parkı'nda çektim. Takır tukur seslerden uyku başına vurmuştu ama park her zamankinden daha kalabalık olunca bizimki gözünü alamadı detaylardan, gitmedi uykuya. Çimenlerin üzerinde yoğurt yedik :) Ağzı burnu yoğurt içinde zaten, görüyorsunuzdur.

Orada hiç bir keyfinden ödün vermeden termosta getirdiği çayını ince belli bardakta içen ailelere bayıldım. Bizde böylelerine Sefa P*z*v*ngi derler, ki ben de böyleyimdir:) Biz de pikniğe gidelim istedim. Ailede bunca emekli var da hepimiz sürekli oradan oraya koşuşturuyoruz, bakalım vakit ayırabilecek miyiz?

İstiyorum onu bunu ama önce Şükrediyorum.Tam bu sakin halime dönerken Nehir'in yeni  haberlerini okudum, üzüldüm.

Bu yazıyı okuyorsanız bir ricam var:
Nehir Beyazıt 3 yaşında, kendi baş harfleriyle aynı addan bir hastalıktan NeuroBlastoma'dan muzdarip, çocuk kanseri diyebiliriz. İlkinde ailesinin fedakarlıkları ile Türkiye'de düşük olan tedavi şansını ABD'de yakaladı ve hayata döndü Nehir. Sonra bu hastalık 2. kez Nehir'i ziyarete geldi ve bu sefer ailesi maddi anlamda çok büyük bir yükün altında, ne devlet desteği, ne özel sigorta karışmıyor, sıyrılmışlar işin içinden. İki öğretim görevlisi anne-baba oysa. :( Başka bir anne ve NB'nin bloğunun izleyicisi Açalya burada çok güzel anlatmış, varsa 5 dakikanız ve sabrınız buyurun... 
Yok yok merak etmeyin, "Günlük dramanızın yanında katık yapın da, kuru kuru duygulanın" amaçlı değil bu yazıyı okumanızı rica edişim. Var aslında yapabileceğimiz bir şeyler, de okumanız lazım işte:)...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...