Çarşamba, Nisan 28, 2010

Şapkalı Kedi


Aman be güzel kediciğim, içim sıkıldı gene. Bu çok bilmiş anan "Bu dünyaya çocuk getirilir mi?" söylemlerimi 20'lerin ortasında söyleyemez olmuştu oysa.
Da bu politikacılar yok mu, her dönem daha da kendilerini aşarcasına insaniyetten, medeniyetten koşar adımlarla uzaklaşan meclis yok mu. Suçlu hissediyorum zaman zaman, böyle bir dünyayla bir gün tanışacağın için...
İstiyorum ki Türkiye bir anda öyle bir aydınlanma çağına girsin ki bugün Siirt'te olan şeyler gelecekte gazete haberi olarak bile siz temiz zihinlerin karşısına çıkmasın...Bilgelik yağmurları yağsın halkımın üstüne. Konunun ne olduğunu yazmaya elim varmıyor, kusura bakma, burada arşivde duruyor.


Emre Kongar'ın Cumhuriyet gazetesindeki Aydınlık isimli köşe yazısından alıntılıyorum: 
Başbakanın 23 Nisanda Başbakanlık koltuğuna oturan öğrenciye söylediği sözler tüylerimi ürpertti:
Yetki artık senin. İster asarsın, ister kesersin. Her şey sende!” *



İşte bu sözler, Atatürk'ün çocuklara armağan ettiği bugünde edilen bu talihsiz kelimeler sizlerin zihnindeki dehlizlerin ne denli karanlık olduğunu anlatıyor bana. İçimi kurutuyor.
Sonra diyor ki içimdeki ses bana "Hala üzülmen, hala olanlara şaşırman da çok komik. Belli değil mi nereye gidiyoruz? 
Sahi nereye gidiyoruz?


Yurdumdan başka 23 Nisan haberleri için:

  • Burada Gaziantep'teki 23 Nisan kutlamalarında öğrenciler protokoldekilere kendi elleriyle çay servisi yapınca tuhaf görüntüler ortaya çıktı..

Not:İçiniz sıkılıyor, mideniz buruluyorsa Bach'ın şu parçasını dinleyin, içiniz temizlensin. Bu yazıyı yazdıktan hemen sonra Papatya'nın blogundaki bağlantı sayesinde dinlediğim bu müzikle ruhum duruldu...
(*) Emre Kongar'ın yazısı Türkiyede Otoriterliğin Temelleri: Aile ve Eğitim'in devamını burada okuyabilirsiniz.

Salı, Nisan 27, 2010

Motto'm olsun bu...

''Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını'?


Evet ya hayat burmalı kadayıfsa, altı şuruplu ve daha güzelse? Kaç zaman oldu burmalı kadayıf yemeyeli...


Not: Fotograf gene uysada koyduk, uymasa da koyduk tadında. Oğlum evvelki hafta içtiği ilk Portakal suyunun hatırası.

Dnzhn'in resimli günlüğü...

Olay:Denizhan ilk kez mama sandalyesinde.
Günün Hissiyatı:Annesi o günlerde çok umutlu, büyük söylemleri var.
Oğlu çok güzel yemek yiyecek. Annesi oğlu yesin diye türlü şaklabanlık, oyun yapmayacağız. Ecnebi (batılı) ana babalar ve çocuklar gibi cool ve vakur tavırlar içinde yaklaşacağız yemeğe.
Sonuç: Sevsinler annesini. Peeeh! Her gün, hatta her öğün yeni oyun, ya da eve yeni sıcakkanlı bir kişi gelecek. Yeni bir şey yoksa, yemek de yok, kapiş?

Olay:Ailedemde futbol fanatikleri olduğu ve ben de fanatizm'den hiç hoşlanmadığım için dedesşyle anlaşmıştık. O oğlumu GS yapmayacaktı, biz de evde Fener'li.
Sonuç:Kural ihlali var. Şapka GS Store'dan ve logolu. Sağdaki burun ise GS'li dedeye ait.Yakaladım işte.



Karadeniz uşşşağu!!!
Çocukken korkulu rüyam olan "Nerelisiniz?" sorusunu şimdi de oğlum için doktoru sordu dün. Nereli mi?
Anneannesi Aydın ve Konya kökenli.
Anne tarafından dedesi Midilli ve Ahıska Türkü kökenlere sahip.
Babaannesi Of-Fatsa ortaklığı*
Baba tarafından Dedesi Silifkeli.
E bu çocuk Türkiye'li! Doğu-Batı-Kuzey-Güney ile tam bir melez :P

Olay:Yeni oto koltuğunda böyle kendinden geçerek uyudu geçen gün. Üstelik de yüzü yoğurtlu, daha temizleyemeden uykuya dalmıştı:)






İşte böyle macera devam ediyor...










(*)Düzeltme için sağol Gülden Halası. Coğrafi bir sapma olmuş:)

Pazar, Nisan 25, 2010

Gökçe'nin elinden...

Rotaract'tan tanıdığım bir genç sanatçı Gökçe kız. Onunla beraber proje ürettiğimiz zamanlarda yeteneği ve güzel arkadaşlığı ile hep günüme renk kattı.
Şimdi bir takı firmasında tasarım yapıyor. Ve yaptığı tasarımlar ABD'de satılıyor. Tasarımları görünce neden  burada satılmıyor diye hayıflandım.


Sizlerin de gözü gönlü açılsın diye burada görmeniz için bağlantı verdim.


En beğendiklerim ise Treasure Ring, Dome Ring-Love, Peacock Pendant - bunun iri küpeleri varsa onu da takardım!
Sonra baktım aman ne klasik tipim ki ben bunların çoğu customer pick olmuşş:) 


Gökçe'nin zevkine, ruhuna sağlık:)


Not: ABD'de olanlar için "catch" ve özel bir hediye fırsatı . Şşşt kuzzeen, kulağın çınlıyor mu, nişan hediyesi falan Anna için :P

Cumartesi, Nisan 17, 2010

İlahi Komedya İzlanda'da

Dünyanın mini mini ülkesi battığında kimse ilgilenmemişti.
İzlanda yani İceland-Buzlar Ülkesi'nden bahsediyorum. Gayzerlerin ve Kuzey Işıklarının ülkesi.
Mini mini ülkenin mini mini ekonomisi üzerinde dev karlar peşindeki spekülatörlerin iki manevrası sonucu ülke resmen "iflas bayrağı"nı çekince kimseler ilgilenmemişti. Bir tek emeklilik fonlarını bu ülkede değerlendiren zavallı İngiliz ve Hollandalı emeklilere üzülmüştü dünya medyası.
Sonra ülkedeki insanların iç sıkıntısı doğaya yansıdı sanırım. Yanardağ patladı. Medeni bir ülkede doğal felaket olunca kimsenin burnu kanamadı, darısı başımıza.
Şimdi o mini mini ülkede patlayan bir yanardağ tüm dünyayı etkiliyor. Avrupa'da giderek daha çok ülkenin hava sahası kapatıldığı için Avrupa'dan gelemeyenler, Avrupa'ya gidemeyenler, bir tanıdığı bir şekilde kıtada mahsur kalanlar çok. Sadece orada burada değil, tüm dünyadan tüm kıtalardan özellikle daha global yaşayarak sık seyahat eden insanları vuran bir dalga.

Sanki ilahi bir ders var işin içinde?

Not1: İzlanda inanılmaz doğal güzelliklerin birarada yaratıldığı bir yer. Bir Türk kadınının izlenimleri için buraya tıklayın.
Not2:h İzlanda gerek devleri gerekse insanlarının çabasıyla dünyada en iyi çevre koruma performansını gösteren ülke olarak seçildi. Yale ve Columbia'nın yaptığı araştırma için buraya tıklayın. Beni şaşırtan ise İzlanda, İsveç, İsviçre diye giden en çevreciler listesinde Costa Rica'yı görmekti. Daha çok okumak lazım tabi konu hakkında. Türkiye ise ABD ile aynı değerlerde dolaşıyor ki bu çok kötü haldeyiz demektir.

Cuma, Nisan 16, 2010

Sokak kedisi...


Oğlumu tam bir sokak kedisi gibi yetiştirmek istiyorum. Neden mi?
Yıılardır aklımda olan bir soru yüzünden...
İş hayatında başarılı olanlar ödevini zamanında yapan, sınavlarında iyi notlar alanlar mıdır?
Yoksa mahallede topunu abilerine kaptırmadan, komşunun bahçesine girdiğinde topunu kestirmeden geri alabilen, arkadaşlarından takım kurabilen çocuk mudur?

Bunun aksini kanıtlayan okul birincileri- gerçekten parlak çocuklar benim çevremde de olsa da, az sayıdalar.
Hem de blog sahibi kartımı kullanıp kendi tecrübelerim/gözlemlerim ışığında dar deneycilik yapmak istiyorum:)
İkinci grubun, sokak kedilerinin hayata daha avantajlı başladığından eminim.
İşte bu yüzden istiyorum ki Dnzhn bir sokak kedisi olsun. Ama tabi bunun için tesis lazım. Bahçeli ev/güvenli sokak lazım.
Mesela kalabalık ailede büyüyen çocukların da doğal müzakere yetenekleri oluyormuş. Bir çok farklı büyükle birarada olmaktan, farklı huylar görmekten, herkesi tolere edebilmekten.E bunu sağladık gibi görünüyor şimdilik. Oğlumun aile toplantılarındaki sosyalleşmesi "Kucaktan kucağa Düştüm Sahile" şarkısını hatırlatıyor babasına :D
Aşağıdaki yazı tam benim düşüncelerime tercüman olmuş, ve hatta bir de hayata geçirmiş bir annenin kaleminden. Maalesef iletişim bilgisi yok, e-posta ile geldi, yayınlıyorum.






APARTMAN ÇOCUKLARI:






''Ben bir apartman çocuğuyum... Hiç sokakta oynamadım, koşma yarışı yapmadım, dizlerimde yara izi yoktur.

Bir tane bile misketim olmadı, çelik çomağın nasıl bir oyun olduğunu hala bilmem, bisiklete binmeyi 17 yaşında öğrendim.(Hala da pek başarılı olduğum söylenemez)
Eve hiçbir zaman kan, ter ve çamur içinde gelmedim, hiç ağaçtan düşmedim (çünkü çıkmadım), mahalle maçına gitmedim, mahalle kavgası görmedim. Annem hiç camlardan bağırarak beni çağırmadı.
Sokak hayatım, teneffüslerde oynadığım Japon ipi ve yakan toptan ibaretti; tecrübem olmadığı için onlarda da hep yenilmeye mahkumdum.
Yıllar sonra anlıyorum ki, fiziksel güç ve çabukluk gerektiren her yarıştan kaçınmamın, spor yapmaktan nefret etmemin, hayatım boyunca birçok kez, “Aman kavga çıkmasın” diye, hakkımı karşımdakine teslim etmiş olmamın altında yatan sebep, sokaklardan uzak büyümüş olmam.''

Bence, çocukları sokaklarda başıboş bırakmak ne kadar yanlışsa, sokakta oynamaktan mahrum etmek de o kadar yanlış. Çocuklar sokaktayken, farkında olmadan pek çok şey öğreniyor. Kazanmak için hızlı olmak, mücadele etmek, takım ruhu oluşturabilmek gibi…  Bu bir çeşit hayat provası değil mi?

İşte bu yüzden, kızım Ece`yi büyütürken yaşamanın getirdiği bütün avantajları kullanmasını istedim. 

Ece henüz çok küçükken, her gün iki kere parka çıkardık. Bir, sabah kahvaltısından sonra, bir de öğle uykusundan uyanınca.  Zamanla, hepsi aşağı yukarı aynı yaşta olan bebeklerle, onların anne, büyükanne ve bakıcı teyzelerinden oluşan kocaman bir oyun grubumuz oldu. Önce birer ikişer tanıştık, sonra çocuklar bir arada oynasın diye hep aynı saatte buluşmaya başladık.

Ona, önce parka çıkmanın kurallarını öğrettim:
1. Kimsenin canını yakmak yok.
2. Kimseye kum atmak yok.
3. BAŞKA KURAL YOK. 
Kaldırım kenarlarına oturup sabundan baloncuklar üfledik, ikindi kahvaltımızı çimenlerin üzerinde yalınayak yedik, pet şişeden kova, terlikten kürek icat etmeyi öğrendik. Kova kova su taşıyıp dev su kanalları, Mimar Sinan`ı bile kıskançlıktan çatlatacak kuleler inşa ettik. Tek başına çıkamadığı kaydıraktan kucak kucağa kaydık, park temizleme yarışı yapıp, yerlerdeki ambalaj kağıtlarını, çöpleri topladık...

Kedi, köpek, karga besledik, kurbağa kovaladık, solucan yakaladık, zor durumdaki sümüklüböceklere yardım ettik.

Her seferinde eve, saçlarımızın içi kum dolu, ayaklarımız sırılsıklam, dizlerimizden ve dirseklerimizden aşağısı çamur içinde, yorgun ama çok mutlu döndük. 

Düştü dizi kanadı, eli salıncağın demirine sıkıştı, gözüne kum kaçtı, salıncak sırasını kaptırmamak için şaç saça, baş başa kavga etti ama hakkını savunmayı, sırasını beklemeyi, hayvan sevmeyi, çevreyi korumayı, kovasını, küreğini, yedek çoraplarını, ikindi kahvaltısını hatta ağzından çıkarttığı lolipopu bile arkadaşlarıyla paylaşmayı, Ece sokaklarda öğrendi.

Bazen, bazı anneler görüyorum. Minicik yavrularını süslemiş, püslemiş eğlensin diye parka getirmişler. 

Çocuk kumla oynamak istiyor; “Olmaz! Üstün kirlenir.”
Bisiklete binecek, “Düşersin!”
Kaydırağa çıkacak “Sakın! Çok tehlikeli”
Dondurma? “Üzerine damlatırsın”

Yavrum, o da ne yapsın, annesinin yanında oturup meyveli yoğurdunu yerken, hayran hayran diğer çocukları seyrediyor.
Parka gelirken çocuğa neden bayramlıkları giydirilir anlamam, oynamasına izin verilmeyecekse neden oradadır anlamam, bisiklete binmek düşmeden nasıl öğrenilir anlamam, her lekeyi çıkartan deterjanlar ve çamaşırı yıkayan makineler varken kirlenmenin nesi kötüdür anlamam, bir anne çocuğunun öyle mahsun mahsun, diğer çocuklara özenmesine nasıl dayanır orasını hiç anlamam…

Bildiğim bir şey var ki:
O çocuğun yanakları, hiçbir zaman Ece`ninkiler gibi elma elma kızarmaz, kirlenmekten korkmadan özgürce oyun oynamanın tadını bilmez, parkta beş dakika daha fazla kalabilmek için ‘pırasa yemeğe` bile razı olmaz.
 
O çocuk mutsuzdur, oyun ihtiyacı karşılanmadığı için huysuz, yaşıtlarının arasına katılamadığı için yalnız ve huzursuzdur.
Annesi, çocuğu uslu uslu yanında oturduğu için gururlu, evde banyo ve çamaşırla uğraşmayacağı için mutlu olabilir… 
Ama dünyadaki en şahane fotoğraf karesinin,  çamur ve terle alnına yapışan bukleleri, koşmaktan al al olmuş yanakları, ışıl ışıl gülümseyen gözleriyle mutlu bir çocuk yüzü; 
Dünyanın en güzel kokusunun ise, burnunuzu boynuna gömdüğünüzde alacağınız ter, toz ve güneş karışımı koku olduğunu asla bilmeyecektir.

Kendisiyle birlikte –biraz geç de olsa- bana da çocukluğumu yaşatan kızım Ece`ye teşekkür ederim...

Zeynep AKAR ( Alıntı )





Özge'den devam...
Şartlarımız nedeniyle ben de kardeşim de apartman çocuğuyuz. Yuva ve anaokuluna gittim. İlkokulum, ortaokulum ve hatta lisem evimize çok yakındı, yürüyerek gider, gelirdim. İlkokulda okul servisine binen arkadaşlarıma özenirdim. Büyük ve kalabalık bir okulumuz vardı. Öyle kalabalıktık ki, kendi sınıfından başka bir de Beden Eğitimi Dersi'ne beraber katıldığın ortak sınıfı tanırdın. 
Oysa evi uzak olup servisle evine gidip gelenlerin benimkinden kat be kat fazla arkadaşı, abisi, ablası olurdu servisten. Bir de evlerinin yeri müsaitse, siteyse oradan da arkadaşları olurdu. Akşam eve gittikten sonra bir fasıl da evlerinin bahçesinde oynarlardı. Özenirdim :)
Sonra büyüdüm, üniversite okudum, iş hayatına girdim, çalışırken yüksek lisans yaptım. Ama farkettim ki iş hayatında başarılı olmak için çok önemli olan bir şey bende eksik. Müzakere yeteneği.
Şimdi ne alaka diyen olabilir. Alaka şu, hayatta her şey siyah ve beyaz değil. Sen haklısın diye senin hakkın sana verilecek, takdir edileceksin diye bir şey de yok. İstersen fikrin/ projen alemin en kralı olsun, farketmez. Özellikle Türkiye'de fikir değil, fikri kimin sunduğu mühimdir.
Demek istediğim şu: Hayatta akademik başarı önemli olabilir- ayrıcalıklı kurumlara, büyük şirketlere girecekseniz özellikle. Ama girdiğiniz ortamda başarınız buna bağlı değil. 
İnsanları ikna yeteneğine, işler çıkmaza girmeden önce düşüncelerini esnetebilmenize, gerekirse projeniz için lobi yapabilmenize, iyi bir gözlemci olarak içinde bulunduğunuz mikro Ne Neden oluyor, Kim Neden böyle yapıyor? görebilmenize bağlı. Ama ben düz bir tipim. Bu özellikler ben de tam anlamıyla yok. Önüme gelene konsantre olur ve elimden gelen en iyi çözümü üretirim. Ama bu sırada insanların içinden veya masa altından neler düşündüğünü, neler çevirdiğine hiç kafam basmaz. 
Bu arada bahsettiğim özellikler arasında asla manipülasyon ve sırnaşıklık/yalakalık yok. 

Tam da bu nedenle artık yıllardır aklımda olan sorunun cevabını galiba artık biliyorum.

Perşembe, Nisan 15, 2010

Tarih içinde zamanımızın paradoksu...

FSD'den Onur Cantimur paylaşmış ki:


George Carlin Amerika'da 70 ve 80'li yılların ünlü bir komedyeni idi. 11 Eylül den (9/11) ve karısının ölümünden sonra şöyle yazmıştı. 
T
arih içinde zamanımızın paradoksunu şöyle sıralayabiliriz : 
Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; dahageniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.
Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz. 
Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var.
Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var.
Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.
Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz.
Çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, 

Çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz,
Çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz.
Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık.
Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.
Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik.
Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık.
Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var.
Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik.
Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.
Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik.
Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik.
Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz.
Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz.
Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik.
Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.
Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır.
Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir.
Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir.
Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız.
Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.
Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür.
Paylaşmak özel ve güzeldir, yaşamı paylaşmak, özel gün ve anları paylaşmak değer verip değerinizi bilen birileri olduğunu bilmek onunla paylaşmak ne kadar lüks artık onu bulmak ve kaybetmemek, dostluğu, sevgiyi, hüznü 

paylaşmak ne güzeldir tüm bunların tarihe karıştığı bir dönemde elde etmek ve yaşamak..." 
George Carlin 

Denizhan Bayırda, Çayırda....

Evvelsi gün burada bahsetmiştim ki Emirgan Korusu'ndaydık.
Doğa çocuğu Emine ve ilk defa çime oturan Dnzhn biraradaydı.

Havalar, fiziki imkanlar derken ilk defa totosunu çime koyan Dnzhn tabi şaşırdı ve hemen toprağı kazmaya başladı, çimleri çekiştirdi.

Bu gezi sırasında iki bebek için de bazı ilkler oldu. Dnzhn ilk defa bir başka bebeğin/kızın başını, saçlarını okşadı. Emine de ilk defa buna izin vermiş, annesi Gözde de şaşırdı. Neyse ki Emine'nin babası bizi basmadan, onlar sevgi faslını bitirip kapıştılar:)

Gene çimlerde ikisinin de altı değiştikten sonra bizimki Emine'nin ıslak mendil paketini kaptı. Bunu gören Emine de malına sahip çıkmak üzere Dnzhn'ın yanına geldi. İkisi de ıslak mendili çekiştirmeye başladılar, ama sonunda bizimki daha inatçı çıkıp kaptı paketi. E tabi bekleneceği gibi Emine ağlamaya başladı. İşin komiği paketi kapan Dnzhn da ağlamaya başlayınca, biz de gülmeye başladık. Yanda bu çekişmeden Gözde'nin yakaladığı bazı kareler. Komikti, çok güldük.

Gözde ve tatlı kızı Emine ile keyifli bir kaç saat geçirdik. Anne olan başka arkadaşlarımın hep şikayetlendiği üzere, çocuklar itişince de iki anne birbirimize kaş göz edip, göz süzmek yerine kakara kikiri yaptık.

E normal yahu, bunlar bebek:) Bakalım ben ileride Türk tipi "oğlan annesi" olup çocuklar arası mevzularda analarına kaş göz edecek miyim? :D

Not: Bakınız son karede soldan soldan elim nasıl girmiş kadraja. Bu kadar durabilmişim demek ki:)

Çarşamba, Nisan 14, 2010

Eş'imin içindeki Güç...


“Sana hiçbir dilek verilmemiştir ki, onu gerçekleştirecek olan güç de birlikte verilmemiş olsun. Ancak bunu elde etmek için çalışman gerekebilir.”
 Richard Bach (Mavi Tüy kitabından)

***
Şimdi Ali'cim, Sevgili Eş'im,
Hal böyle olduğuna göre;
Bize almayı çok istediğini her fırsatta dile getirdiğin 
bizim sokağın biraz aşağısındaki, 
içine bir havuz da yaptırabileceğimiz ve çocuklarımızın koşup oynayacağı kadar geniş bahçeli,
boğaz manzaralı villaya ulaşmak için içindeki güç sana yardımcı olacak. Korkma hayatım, kolay gelsin :P
Ben de çok çalışıp, harap haldeki evi mimari başyapıtım haline getireceğim, söz :P Tabi bu tadilatlara da bütçe ayırman lazım!!!

Sevgiler,
Biricik Eşin ÖZge

Salı, Nisan 13, 2010

İkiz Annesi Olsam...

Aman allah korusun, Allah dağına göre kar verir, bana birer birer lütfen:) Yeni doğum yapan ve ikizleri Ezgi ve Atakan'ı kucağına alan canım arkadaşım Leyla ve İbrahim işte böyle kahraman karakterler benim gözümde...

Bugün IPC'den arkadaşım Gözde ve kızı Emine ile Emirgan Korusu'ndaydik. Lale festivali varmış, Gözde kanımıza girdi, gittik. Koru çok güzeldi. Bizimki ilk defa çimlerde yuvarlandı. :) 
İkizlerim olsa nasıl olurdu diye deneme çekimi yaptik:P
Gitmediyseniz Emirgan Korusu'nu tavsiye ederim. Ama ki öğlen 12'den önce gidin ve gene o zamanlar lutfen çıkın.
Şöyle anlatayım, o kadar gözü dönmüş bir kadın grubu var ki, biz iki bebekli pusetli annenin altindan neredeyse sandalyemizi gizlice çalıyorlardı  ablalar, teyzeler. Nasıl yani derseniz.
Ayaga kalkmışım, sandalye popomun izdüşümünün altında hala yani, bir hışırtı falan bir döndüm sandalye havada, gidiyor. 
"Yani iki bebekli kadının sandalyesini çalmayı kendinize nasıl yakıştırıyorsunuz?" dedim. Ve de bir şekilde dayak yemeden günü atlatabildim :P Yapanı da görseniz şok olursunuz, tonton bir teyze dersin sokakta yanından geçse. De Ali'nin dediği doğru biz Türk milleti hoşgörülü, misafirperver vs. değiliz, düpedüz benciliz. Gerçek bu!



Peyzaj, laleler çok güzeldi. Koru çok bakımlı ve temizdi. Çimlere basmayın deyordu:) Bunlar güzel.
Ama işte bu yeni zamanlarda anlayamadığım şeyler var:
DJ gelmiş, meydan gibi bir yere kolonlarını (dev hoparlör manasında) kurmuş ve oyun havasi (!) çalıyordu ve insanlar oynuyordu??? Ama allahtan hoparlörler güçlü değildi. Yani orada klasik muzik veya türk sanat müziğinden öte bir şey calinir mi? Dugun salonuna gidiyor gibi oynayarak yuruyordu insanlar. 
Ben mi ruhSUZum diye bazen işkillenmiyor değilim:P
UZadi neyse... Nezlenin son demlerini de açık hava bol güneş ile atlatmış oldum:)

Söylenmeme bakmayın, aslında çok eğlendik .Bizimki ilk defa çim millisi oldu. Emine ise tam Doğa kızı Gözde sayesinde...

İşte böyle...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...