Cumartesi, Şubat 27, 2010

Anne kafası...

Harem Otogarı'na gittiyseniz belki farketmişsinizdir, hemen arkasında bir koru vardır, Atatürk Korusu. Son günlerinde Dolmabahçe Sarayı'ndan bu koruyu seyredermiş müteveffa. O nedenle bu güne dek korunabilmiş, de bir imar hamlesine yem olmamış.
İşte bu korunun hemen arkasında apartmanlar vardır. Bu sokaklarda genellikle memur, asker, öğretmenler otururdu benim çocukluğumda. Şimdi de nüfusu biraz yaşlıca bir semttir. %90'ı eski evlerdir. Ama gene de ben hala komşuluk kavramı yaşandığı, tanışıklık önemli olduğu için ailemin 1963'den beri oturduğu bu semti severim. (Daha önce yeni evliyken oturduğumuz Ataşehir'de, maalesef komşularımızla tüm apartmanda bir hırsızlık olduğu gece tanışmıştık. Bugünlerde çoğu insanın günaydın dememek için, asansörün önünde komşusuyla beraber beklemek yerine merdivenlere seyirtmesinin sebebi, Kalp sağlığını düşünmeleri değildir.)
İşte bu Harem Otogarı'na komşu oturduğumuz için yılın hangi zamanlarında asker uğurlanır, tertipler gönderilir vs. biliriz. Zira gençleri uğurlamak için gelen aileleri, arkadaşları, Hale, Jale, 7 Mahalle ile beraber gecelere kadar kutlamalar yapılır. O gece 20 geçn gidiyorsa 20 farklı davul-zurna ekibi vardır. O zurnanın da ne tiz, ne sinir bozucu bir sesi vardır. Son senelerde adet oldu, artık deli ses çıkaran havai fişekler de patlatılıyor. Marşlar, türküler, halaylar,  "En büyük asker bizim asker", "Heyallah" ve benzeri asker uğurlama odaklı tüm çeşitlemeleri burada görebiliyorsunuz.
Annelikten önce eskiden diyordum ki:
"Böyle bir ortamda gencecik evlatlarını gönderiyorlar.Ne yapsınlar?"
Sonra demeye başladım ki:
"Teröristin bu kadar iltifat gördüğü bir zamanda gencecik evlatlarını gönderiyorlar.Ne yapsınlar?"

Şimdi, anne olduktan sonra diyorum ki: "Oğlumu çığlık çığlığa uyandırmayın. Makul saatlerde yapın şu eğlencenizi."
Anne kafası farklı çalışıyor. Hele de mutlu mesut uyuyan minik melek o ardarda çalınan 5-6 havalı korna yüzünden çığlık çığlığa uyanıyorsa.
Not:Bir de merak ediyorum, melodili havalı korna taktıranlardan bazıları, çalan müziğin "Godfather"in müziği olduğunu biliyorlar mıdır? :)

Masal zamanı...

Masal...
Akşamları oğluma bir hikaye anlatıyorum. Uyku ritüelimizin bir parçası. Önce babayla yatkta kudurma, banyo, yağlanma, giyinme kapının yanındaki kurbağalı askıyı sevme (resimdeki saatin 3'lü askı versiyonu- Bartolucci'den aldık.), dolabının kulpunu 3 kere tutup bırakma, koltuğa oturma. Koltukta ise Denizhan & arkadaşı Yunus Tonti'nin öyküsünü dinliyoruz. Sonra eğer normal bir gün ise 10-15 dakika içerisinde uykuya gidiyor.

Normal bir gün değilse, ne siz sorun, ne ben anlatayım...
İleride bir gün bir kızımız olursa onun masalını da belki babası anlatır. Karikatür kime ait bilmiyorum ama eline sağlık...

Cuma, Şubat 26, 2010

Ek Gıdaya Merhaba...

Evet ek gıda zamanımız gelmişti zaten.Elimizdekilere atlayıp, bizi yemek yerken görünce hüzünelnip, gözleri dalmaya başlamıştı oğlumuzun.
De aman bu yazıyı Ek Gıda Gurusu olarak yazıyorum zannedilmesin. Aman efendim ne haddimize? Deniyoruz şimdilik...
Doktorumuz K anne sütü ile devam edin, ancak iki ay üstüste kilo almazsa düşünürüz demişti, bunu anlatmıştım. Ama Denizhan'ın son ay kilo alımı 200gr olmuştu. Çok da bıcır bıcır titreşen, devingen bir bebek. Bu yeme içmeye ilgisizliğine rağmen kilo vermediğine şükrediyoruz:)
E dolayısıyla ben Ek Gıda'ya geçmemiz gerektiğini hissediyordum.
Bu hissetme mevzu mühim. Biliyorsunuz veya bilmiyorsunuz ama bebekler ve anneleri arasında tinsel bir bağ var. Çoğu zaman bu bonus özelliğim sayesinde Denizhan'ın tam da ihtiyacı olan şeyi bilebiliyorum. Bunun adını "Annelik Kartı" koyduk eşimle. Bir konuda ne yapılması gerektiğinden emin değilsek, ben içimi yokluyor ve Anne Kartı'mı masaya sürüyorum. Bu kart Joker'in küpü gücünde ve masadaki diğer tüm kartları (çoğunluk bile olsalar) silip süpürüyor :D
Sonuçta bu annelik kartını kullanıp, eşimi bayıp/bayıltıp bu ay Erin'in doktoru Dr. Hülya Sonügür'e gittik. 6.ay muayenesi için tam 1.5 SAAT ayırdı bize.
Oğlum Hülya hanıma gelinceye kadar artık 6.5 aylık olduğu için hemen başlamamızı ve bir kaç güne tencere yemeğine geçmemizi önerdi.
Ertesi sabah elma ile başladık. Şükür ki internet var- internetteki anne bloglarından okumuştum ki eğer robottan/rondodan geçiren annelerin bebekleri ileride sıvımtrak püre dışında bir şey kabul etmeyebiliyordu.
İşte gene Anne Kart kullanıyorum...
Oğlumla 6 aydır beraberiz. Ve artık onun karakteri, seçimleri hakkında fikrimiz var. Denizhan açık görüşlü bir bebek ama zorlanmayı ve ekstremleri sevmiyor. Yani kuralları değiştirme zamanı.
Ne yaptım?
Bir kaç gün geç başlasam da doğru başlamak istedim. Doktorun verdiği beslenme notları, Dr. Ahmet Aydın'ın Beslenme Bülteni'ndeki bir kaç makalenin yanısıra Süt Çocuğu Beslenmesi'nde Ek Gıdalar yazısı, ve bir kaç kitap okudum.
Kitaplardan ilki Sears'ların Baby Book'u. Genelde bebek gelişimi ile ilgili olarak bu kitapta bulduğum bilgileri çok beğeniyorum. Ama beslenme ilgili önerileri (donmuş gıdalar ve kendi bebek maması markalarını sık sık tanıtmaları) bu konuda benim için iyi bir kaynak olmadı.
İkinci kitap artık dünya alemin bildiği Tracy Hogg'un Bebek Bakımında Mucize Çözümler adlı kitabı. Sağolsun Tracy bebeğin gözünde sağlıklı bir beslenme olgusu geliştirebilmek için çok güzel tüyolar vermiş. Okuyunca çok basit gelen, ama bunları okumaksızın olayı yaşarken kolayca unutulabilecek şeyler. Mesela bebek için yemek yemenin ayrı bir önemi olmasını, ileride sizinle yemek yemesini istiyorsanız buna şimdi, hemen en başında o mama sandalyesinde, siz kendi iskemlenizde aynı masada oturup beraber yemek yerken yapmalısınız gibi. Şu an öyle yapıyoruz. Kabaca rutinizi özetlersek (saatler çok önemli değil, kabaca)
7:00-7:30   Uyanınca sabah anne sütü.
9:00-9:30   Sabah kahvaltısı
Ardından gene 2 kere daha anne sütü içiyor.
Gece de 11'de uyku öğünü. Uyku öğününü katı gıdalar hayatımızda daha önemli bir yer kaplarken, 7. ay başlarında bırakmayı planlıyoruz.
Bir de Tracy'den aldığım en önemli öğün, her yeni dönem gibi bunu da endişeyle değil, bir sevinçle karşılamak.
Ki bunu yeterince okuyup, danışıp, düşününce, durduğum yeri bulunca başardım, rahatladım ve kolları sıvadım diye düşünüyorum.


Neyi nasıl yedi?
İlk 3 gün elma püresi.
Ardından Buharda pişirilmiş (pişirince vitaminleri ölüyor diye) havucu ezip verdim.
Son 3 gündür de 1 gece önceden suda bekleyen peynir ve ekmek içini (tam buğdaylı ekmek, beyaz veya kepekli değil) anne sütü veya evde demlediğim ıhlamur suyu ile yumuşatıp karıştırıp verdim. Gene aynı öğünde elma püresi de yedi.
Nasıl karşıladı?
İlk tepkisi biraz ürkekti. Gözlerimin içine baktı. En ufak bir tereddüt göstersem püskürteceğine emindim. Ama ben o sırada şarkılı bir şekilde "Ammaaan, peynir ne güzel. Mmmmm." şeklinde uydurduğum şarkıları söylemekle ve kendim de peynir ekmek yiyip gözşerimi parıldatmakla çok meşguldum.
Bu arada bu tavırları yavaş yavaş azaltıyorum ki, yemek yemek ekstradan üzerine düşülmesi gereken bir çapanoğlu gibi gözükmesin gözüne :P

Önemli bir başka nokta da anne sütü alan bebeklere artık su verilmiyor. Ancak ek gıdaya başlayan bebeklerin sodyum tüketimi nedeniyle artık su içmeleri gerekiyor. Öğününden sonra 50ml teklif ediyoruz, 20-30ml içiyor.

Not: Maalesef konuyla ilgili görsel malzememiz biraz kısıtlı. Zira anne sabah süt verip sonra Denizhan oturururken kalanını sağıp, sonra o basit kahvaltıyı hazırlarken zamanı yakalayamıyor. Zaman karşı bir yarış veriyoruz şaka değil. Zira bizimkinin o saatlerde kaşlarının kızarıp uykum var nidaları atması an meselesi oluyor.

Perşembe, Şubat 25, 2010

Chilhood itself is in danger.../ Çocuklar tehlikede...

FSD'de Defne Koryürek bu filmi paylaşmış. Film ingilizce.
Beni filmde en çok etkileyen cümle "Chilhood itself is in danger." Bunu kendimce böyle çevirdim anlamı korumak amacıyla. "Çocuk olmak tehlikede" ve başka bir sürü şekilde tercüme edilebilir de bence böyle:)
Kendi yorumumu da ekleyerek, kısaca özetlersem:
Dünyada daha verimli (!) tarım için kullanılan tüm kimyasallar doğaya ve yediklerimiz içtiklerimiz ya da soluduğumuz havayla bize geçiyor. Toprağa, suya ve hayvanlara yaptıklarımızı anlatmaya kelimelerim yetersiz kalıyor. Genetik bilimciler tarafından yazılan bir yazıda okumuştum ki ağırlaşan çevresel koşullar nedeniyle her an DNA'mız kırılıyor, ve vücut tekrar tamir ediyor, etmeye çalışıyor. Mutasyonla karşı karşıyayız. Oto-immün (vücudun kendine saldırdığı) hastalıklar (Kanser, Diyabet, MS, Tiroid) altın çağını yaşıyor ne yazık ki.
Çocuklarımız bizlerin çocukluğundan da daha fazla kirlenmiş bir dünyada yaşıyor ve daha bebekliklerinden, hatta ana rahmine düştükleri andan itibaren daha çok zehirlenme riski taşıyorlar.
Para hükümetlerin üzerinde öyle bir güç ki, zararlı olan tüm bu kimyasalları GDO (Gözü Dönmüş Organizma)'lu tohum ve yiyecekleri ellerinin tersiyle itemiyorlar. Boyun eğiyorlar hatta.
Ben oğlumun ek gıdaya başladığı son iki haftadır Organik Pazar'dan alışveriş ediyorum. Ama yetmez, herşeyimizi oradan almaya doğru değişmemin, dönüşmemin gerekliliğini görüyorum.
Benim romantik ve gereksiz bir savaş verdiğimi söyleyenler ya da hissettirenler pek çok. Gene organik pazarda kandırıldığımız düşünenler de. Bu filmi izleyince bu pek çoklar, pek aza dönüşür mü?

Çarşamba, Şubat 24, 2010

Güzel ve bahtsız ülkemde Çocuklarımızın geleceği?

Üzülüyorum...
Türkiye'de tüm olanlara.
İnsanlarımın her 20 yılda bir bir şekilde birbirine düşürülmesine.
Bunu fark edemeyecek kadar hırslarımızın kurbanı oluşumuza.
Birbirimizi dinlemeyişimize ve hatta birbirimizin varlığına katlanamayacak hale gelişimize.
Kimsenin Allah'tan korkusunun kalmamasına. Ve hatta bir şekilde yapılan her şeyin tanrı buyruğu gibi lanse edilmesine...
Üzülüyorum...

Aman sütü, ek gıdası, şampuanı doğal olsun, güneş görsün D vitamini alsın, güzel oyuncakları olsun diye o kadar kafa patlatıyoruz,kitaplar, doktorlar vs. vs. Ama esas soru başka.
Bundan bir 20 yıl sonra genç bir adam olduğunda seni nasıl bir ortam, nasıl bir Türkiye bekliyor acaba? Umarım biz büyükler(!) size layık olabiliriz o günler geldiğinde...


Not:Bu kare haftasonu bir aile yemeğinde çekildi.
Babaannesi almış mavişi kucağına, arkalarında da tesadüfen kadraja girmiş Atatürk...Fazla söze gerek yok...



Pazartesi, Şubat 22, 2010

Pozitif Doğum Hikayemiz:)

Elif bir anne olarak doğum hakkındaki çevremizdeki bilgi kirliliğinden ve özellikle de doğal doğum hakkındaki mesnetsiz kötülemelerden bıkıp Pozitif Doğum Hikayeleri diye bir blog açtı. İlk günden beri destekliyorum ve izliyorum.
İyi ki de böyle bir blog açtı.
Kim nasıl isterse öyle doğururur tabi, beden kendi bedeni, bebek kendi bebeği. Ama öyle bir hava var ki, yeni kuşaklar müdahale edilmeden çocuk dışarı çıkamaz zannetmeye başlayacak yakında. :)
***
Sonunda Elif'in davetiyle biz de çorbada tuzumuz bulunsun dedik, ve bu yazıda olumlu, olumsuz veya elimde olsa/veya yeniden doğurursam değiştireceğim her şeyi yazdım:)

Not1: Fotoğraf doğumhanede çekildi. Doğum için daha erken olduğu için Ayça'yı henüz çağırmamışız, dolayısıyla kadrajın kayık olmasını mazur görün :). Dalgalar/kontraksiyonlar gelmeye başlamış. Ali ve Asude Ebe ile nefes çalışması yapıyoruz. Rahatlamak için Pilates topu üzerinde hareketleri yapıyorum. Dalgalar gelince çalışıyor, gidince konuşup gülüşüyor, moralimizi yüksek tutuyoruz...
I-pod'umuza önceden yüklediğimiz sevdiğimiz hafif, gülümseten şarkıları dinliyoruz. Mesela 50 First Dates Soundtrack. Israel Kamakawiwo'ole'den "Somewhere Over the Rainbow"/ "What a Wonderful World" hep favorimiz. Buradan da dinleyebilirsiniz. Yarın öbür gün Youtube'u gene yasaklarlar. 
Bu arada isim sizi şaşırtmasın Israel nam-ı diğer IZ sesi güzel bir hawaili adam(dı-müteveffa). Şarkıyı dinlerken de filmin çekildiği güzel doğa gelir gözümün önüne. Bir romantik komediden beklediğiniz her şeyi veren bir film işte o kadar...
Not2: Eşimi Adam Sandler'a benzetirler. Kayınvalideme göre bu benzetme "Saçma, Ali çok daha yakışıklı.":)
Not3:Notlarımı o kadar uzatıyorum ki ayrı bir yazı kıvamına ulaşıyorlar:)

Cuma, Şubat 19, 2010

Denizhan Medela'ya karşı...

Medela benim süt pompamın markası. Denizhan'ın içmediği sütü genelde onunla sağıp rahatlatıyorum.

Evvelki akşam bir şey farkettik. Ali Denizhan'ı kucağına almış yanımdaki koltukta oynuyorlar. Denizhan sütünü ilk 5 dakika deliler gibi cuk cuk cuk içmiş ve sonra bitti deyip atmış benden kendini. :) Ben de haliyle diğer koltukta kalan sütü sağıyorum.
Makineyi göğsüme taktım, bizim Bıcırık hareketlendi. Önce ses tepki veriyor zannetik ama yok, uzanıyor bana doğru. "Allah allah, acaba süt mü istiyor?" dedik. Ali oğlanı kucağıma verdi. Başladı gene cuk cuk cuk içmeye.
Bizimkinin bugüne kadar süte böyle ikinci kez koşmuşluğu yok oysa. Daha uzun içsin diye neler denemedim. Göğüslerimin arasına sıkıştırdığım renk renk cins cins hayvanlar, oyuncaklar.
Merak ettik, denedik 2. akişam gene koşuyor bana doğru. Oysa içmiş sütünü, dönüp bakmaz normalde bir daha.

Demek ki bizim oğlan insanlığın en ilkel duygularından biri olan kıskanmak, sahiplenmek ve rekabet etmek ile tanışmış bile:)

Kocaman gözlerini aça aça uzanır oldu bana bu yeni yöntem sayesinde...

Perşembe, Şubat 18, 2010

Denizhan & Ek Gıda& Kim bu çocuğun doktoru?

Dün ilk defa anne sütü dışında bir gıdayla tanıştı Denizhan. Suratı da bu fotoğrafta da görebileceğiniz üzere daha bir erkek çocuk suratına döndü. (Ya da biz babasıyla böyle kendi aramızda konuşup, kendimizi kandırıyoruz:) )

Oğlum, havucuyla çok eğlendi, kaşınan damaklarına bol bol havucuyla masaj yaptı, işi bitince de yere düşürdü/ attı. Fotoğrafını yakalayabildim :)

*Bu arada geçen gün okuduğum bir bilgi: küçükken bir şeyler kemirmeyen bebeklerin ileride dişleri düzgün çıkmayabiliyor ve ortodontik tedavi ihtiyacı doğabiliyormuş.

Bu ek gıda konusunda kafam karışık. Zaten Annelik Ana Bilim Dalı benim için yeni bir evren olduğu için hemen her konuda kafam karışık, bilgim çeşitli ama kararım yok???


  • Doktorumuz K, 2 yaşına kadar anne sütü sadece yetebilir devam diyor. Ama ben görüyorum ki Denizhan elimizdekilere uzanıyor, istiyor. Gece uykularımız bozuldu, çok sık uyanıyor.
  • Eski doktorumuz Y.'nin bulamaç önerdiğini bir arkadaşımdan biliyorum da bulamaç işine benim kafam basmıyor. Bu ek gıda konusuna Y hanımla gelememiştik, bebek 5 aylıkken görüştüğümüz için.
Bunda yıllar önce izlediğim bir Martha Stewart programının da etkisi var. İşin komik yanı bu şovu da hayatımda bir kez izledim ama gene bloga yazıyorum. Biri de çıkıp dese ki:"Kızım ya Oprah, ya Martha izliyorsun. Özüne dön, git Seda Sayan seyret. Yeter yahu!", kem küm etmek dışında ne diyebilirim :P 

Neyse Martha ablanın şovuna topan mı topan 6 aylık bir bebek katılmıştı. Bu bebeğin nasıl beslendiğini anlattılar. Bembeyaz bir tavuk göğsünü bir gece önce suda haşlıyorlar. Ardından o haşlama suyunun (yani tavuk suyu) bir kısmıyla havuç, patates, soğan ve fasulyeyi haşlıyorlar. Yemekhane tepsisi gibi farklı gözleri olan bir tabağın bir bölümüne robottan geçirdikleri tavuğu, bir başka bölmeye gene robottan geçirilmiş bu sebzelerin püresini, son bölmeye ise meyve rendesi koyuyorlardı. Martha abla şöyle bir yorum yapmıştı: "Bebeklerin de sizler gibi bir ağız tadı olsun istiyorsanız, onlara kendiniz gibi farklı tadları sunun, karıştırmayın. Bu benim aklımda çok yeretmişti.
  • Sonra kalktım Taş Devri diyetinin yazarı Prof. Dr. Ahmet Aydın'a gittim, kendisi Cerrahpaşa Çocuk Beslenmesi ve Metabolizma Bölüm Başkanı olduğu için bu konuda ondan bilgi alıanbiklir en iyi diyerekten. Ama çok ilgilenmedi, sanırım genellikle hasta bebeklere baktığı için bizi garipsedi ve pek ilgilenmedi."Büyüklere ne öneriyorsam, küçüklere de o". dedi. Ama anlatmadı ki önce ne verilir. Köfteyi ez ver, bir de önce sebzelerle başla, meyvelere zaten alışır. dedi. Bu hocanın başarısını azaltmaz, Taş Devri Diyeti kitabını okuyabilir ya da Beslenme Bülteni web sitesinden bilgi alabilirsiniz. Bana çok katkısı oldu bilgilerinin.
Neyse Ahmet Hoca'dan Bu aldığım bilginin ardından gene kafam bomboştu. Neyle başlayayım dediğimde,  Meyveyle başlama dendi. E pırasa, ıspanak da daha ekşi olur, az biraz patates denesem? Yaptığım patates püresinden nefret etti.  Bir heves kaşığa atladı ama püre onun kafasını karıştırdı.Süt ekleyip tekrar 1 kaşık denedim, kustu:) Ben de hiç üstüne gitmedim yemek yeme fikri kötü yerleşmesin diye...

Tüm bu safhaların ardından anneanne babaanne bir şey söylemese de sapıtık anne sıfatına hak kazandım. Bunu bana söylemiyorlar da artık gözlerinden anlıyorum :) Ne yapayım? 

Yeni bir doktor arayışına girdim böylece. Eşim ise benim bitmeyen doktor arayışımı önce protesto ediyor, sonra anlatıyorum, anlatıyorum, anlatıyorum. Sonunda ikna(!) oluyor, ok diyor. Hayır canım bayıldığından değil, bal gibi ikna oluyor işte:)

Yarın AyçA'nın doktoru H'ye gideceğim. Maceralarımı anlatırım :)


Not: Bu arada ilk Beslenme Eğitimi'ni aldığımız Meltem Hemşire'nin de hakkını yiyemem. Ama o da diyor, doktoru ile konuşun. Bu arada Meltem Hemşire bebek bakımı, emzirme, uyku gibi pek çok konuda bana çok fikir verdi ve çok çok faydasını gördüm. Yeni annelerin aklında olacak bir isim...Buradan e-mailine ulaşabilirsiniz.

Sonuç olarak evrene soruyorum: Kim bu çocuğun doktoru? Beri Gelsin!!! :P

Salı, Şubat 16, 2010

Amerikalılara göre Dünya...

Aslında neredeyse tüm halklar yani bizler apolitikleştiriliyoruz, birileri tarafından bilerek ve istenerek. Bu karikatürün farklı versiyonları da (Türkler,  Araplar, İngilizler vs.) ilginç olabilir...


Sonuçta ironik ve komik işte...

Pazartesi, Şubat 15, 2010

Korkmak - Korkudan korkmak - Korkmaktan bıkmak - Özgürleşmek...

Annelik enteresan bir şey. Bebeğimin doğumunun ardından, hayatım boyunca aklıma bile gelmeyen konularda endişelenme potansiyeli kazandım. Esas konu sanırım yetersizlik duygusu ve bunun sonucunda yanlış yaparsam doğacak suçluluk korkusu...
Zihin esasen bir top yün. 
Eğer ucunu bırakırsan zihninin en karanlık köşelerinde saklanan en tozlu ya da baskılanmış duygularını bulup, bir sebep yaratıp şu anına taşıyor.
Aslında "korku" duygusunun kendisi bir mask takıp zihninde su yüzüne çıkıyor. Zihin ise geleni tanımak için adlandırıyor, mesela "Trafikte Yaralanma Korkusu" ya da benim durumumda "Çocuğuna iyi bakamama korkusu". Oysa bunlar sadece buzdağının görünen kısmı.
Geçenlerde bir akşam eskilerden bir arkadaşıma rastladım. Çok üzerine düştükleri, korkularını ister istemez yansıttıkları kızlarının daha 10 yaşına gelmeden ortaya çıkan tiklerini çözmek için psikologlarla nasıl uğraştıklarını anlattı. "Bu duyguların kökenin inmek ve çözmek lazım."dedi. Doğru dedi.
Bir şekilde ben kendimi özgür bırakmalıyım ki, karşımdaki harika varlığın benim dünyevi korkularımla kirlenmeden, bir lotus çiçeği gibi sonsuz yapraklar açarak büyümesine izin vermeliyim.
Dedi ki gene o arkadaşım, "En keyiflisi de karşında bitiveren kendine has karakterli bu insanla her gün beraber olmak." Evet, taa içimden biliyorum ki, o benden değil, ben ondan öğreneceğim. Oğlum bizden daha saf, daha özgür olmalı. Benim korkularımı tadmamalı...
Önemli olan "KORKU" duygusundan komple özgürleşebilmek.
***
Gençken ölümsüz gibi yaşadım, trafikte giderken, uçarken, yatarken, hastayken falan asla ama asla ölümü düşünmezdim. Farkettim ki gece uykuya dalarken bir kaç ay önce düşünmüşüm ki: "Bana bir şey olursa, oğluma babası aslanlar gibi hem de şefkatle bakar. Çok üzücü bir düşünce. Neden böyle şeyler zihnimden geçer ki?

Ama bu çok uç bir örnek. Gün içinde yeterince süt içmezse, yeterince uyumazsa, ilacını unutursam, ya da daha olmadan eğer başını çarparsa, durum bana yeterince yeterli gelmezse yani :) başlıyorum endişelenmeye. Küçük veya büyük korku olmasının bir farkı yok, hepsinin kökeni tek ve aynı KORKU.

Şimdi doğru hedefe kilitlenmek lazım. Gene devam etti bu konuda eksper arkadaşım: "Korkularını tek tek farkedip çözersin. Çözdüğünü zannedersin, ama aslında baskılarsın. Bu baskıladıkların sonunda daha derinde daha büyük bir sorun yumağına dönüşür. Finalde benim gibi Panik Atak olursun. Buna Anguaz da deniyor."

Hmphh...Yukunma zamanı...Durmak lazım, düşünmek lazım...

Özgürleşmek istiyorum. Korku'dan korkmamak istiyorum.
Korkularımı bir sonraki nesile geçirmemek istiyorum. Oğlumu da kendimi de özgür bırakmak, hayattan daha çok keyif almak istiyorum.
Koy ver gitsin... demek istiyorummm...:)
Der miyim, göreceğiz...
Dersem geçer oğlumla karşılıklı bir de çiftetelli oynarız belki, fotografta göreceğiniz üzere o pratiğe başladı bile:)

Pazar, Şubat 14, 2010

Küçüklerden İnciler 1


Unutuluyor. Aslında dünyaya gelen yeni ruhların dünyayı kavrarken ne kadar özgür ve özgün düşündükleri, bizi şaşırtan enteresan veya dahiyane çıkarımları unutuluyor. E unutmamak için bloga yazıyoruz o zaman...

Yeğenimiz Berkok 8 yaşındayken (şimdi 14,7 yaşında yakışıklı bir delikanlı) aile arasında geçen fıkra tadında bir diyalogu annesi Özlem Abla not etmiş, onun ağzından aktarıyorum:
Özlem Abla anlatıyor...
Akşam terasta yemek yiyoruz, eşim(Cem) karşımda oturuyor, oğlumuz(Berkok) arada oturuyor.
Sohbet ederken Berkok birden :
- Kadınlar öldükleri zaman, onları kesiyorlar mı?
Allah allah, ne demek istemişti şimdi?
-Berkok neden kessinler? dedik.
- Kadınbudu köfte yapmak icin... dedi Berkok , güldük tabii.
Cem hemen bütün örneklerini vererek açıklama yaptı, vezir parmağı, hanım göbeği, dilber dudağı....
Berkok :
- Ben dilber dudagı yiyemem , o zaman... dedi,
-Neden? diye sorunca biz, muzip muzip gülerek:
-Yaşım tutmuyor da ondan! dedi( 8 yaşında çünkü).
Tabii kahkahayı bastık, ama Berkok devam etti,
-Ama baba gülme, sen de yiyemezsin. dedi,
-Neden? deyince, kaşıyla , gözüyle, başıyla beni işaret ederek, gene muzipce,
-Annem var, evlisin sen. dedi. 

Bu kadar basit işte:)
Şimdi tekrar düşünelim, biz mi onlara bir şey öğreteceğiz, onlar mı bize? 
Not:Resimdeki beyaz tişörtlü sevimli çocuk Berkok.

Cumartesi, Şubat 13, 2010

SİRK VE GÖSTERİ HAYVANLARI GERÇEĞİ


 
Yunuslar intihar edebilirler mi?
Sirk hayvanlarına yapılan işkenceden haberdar mısınız?
Sirk ve gösteri merkezlerindeki hayvanları izlerken göremeyeceğiniz tek şey, 
doğalarından koparılmış ve yaşamları boyunca hapsedilmiş hayvanların 
yıllardır çektiği acı ve ızdıraplardır.

Pek çoğunuz Flipper hikayesini bilir ama hikayenin gerçek sonunu bilmez. Flipper, bu sevimli yunus, film çekimlerinde intihar etti. Yunuslar intihar edebilirler mi diye düşünebilirsiniz. İnsan yapısının aksine yunuslar nefes alıp verebilmelerini kontrol edebiliyorlar yani istemli nefes alıp veriyorlar. Yunuslar yakalandıklarında ve doğal ortamlarından koparıldıklarında istemli olarak nefes almaya son vererek intihar edebiliyor. Flipper adlı filimin çekimlerinde kullanılan beş yunustan biri eğitmeni Ric O’Barry’nin kollarında intihar etti.
Yalnızca Türkiye bile gösteri merkezlerinde yapılan yunus ticaretinden elde edilen gelir 30-35 milyon dolardır. Türkiye’de biri Bursa Korupark’ta olmak üzere toplam 12 yunus gösteri havuzu var ve bu havuzlarda 50 civarında yunus çalışıyor.  Üstelik yunus ticaretinin ülkemizde bir standardı yok. Bu ticaret tepkiler nedeni ile Avrupa ülkelerinde yasaklanmaya başladı. Oysa Türkiye, Rusya, Ukrayna, Mısır gibi ülkelerde yeni yeni canlanan ve çok talep gören bir ticaret alanıdır. Buna bağlı olarak her geçen gün yeni gösteri havuzları açılıyor. 
Yunuslar bizlerin dünyasına ait değiller. Onları doğal ortamlarından koparan bizler, bu zeki ve sosyal hayvanların bedenlerinde ve zihinlerinde travmalar yaratıyoruz
Yunus terapi merkezleri kurarak onlardan medet umuyoruz. 
 
Hayatlarını alt üst ettiğimiz ve travmalarla yüklediğimiz yunusların terapi sağlayacağını düşünmek bile trajikomik bir durumdur. 
Sirk dünyasında ise durum içler acısı
Sirkler 1 ya da 2 saat boyunca izleyenlerin ağzını açık bırakır. Çocuklar için en eğlencelisi tartışmasız vahşi hayvanlarla yapılan şovlardır; tek ayağı üzerinde duran filler, alev çemberinden atlayan kaplanlar...

Sirklerin parlak perdelerinin arkasına geçtiğinizde
"eğlendirmeye mahkum" hayvanların çaresizliğini görürsünüz.
 
Bu yazıyı E.T.'nin blogundan aldım.  Konuyu yeniden önüme çıkardığı için çok teşekkürler.
Yazının esas sahibi DOĞADER - Doğayı ve Çevreyi Koruma Derneği . Bu kadar sade ve bu kadar net anlattıkları için çok teşekkürler...
Biz de Denizhan biraz büyüyünce, oğlumuzu Sirk'e veya Yunus Gösterisi'ne götürmeyi önerenlere bu yazıyı okutmalıyız. Nokta...

Cuma, Şubat 12, 2010

Yemek Savaşları

Annelikle beraber Default olarak "Endişe 01" yazılımı da yükleniyor sisteminize. Eğer çok aşmış, bilge veya başarılı derecede kayıtsız değilseniz neredeyse annelerin büyük çoğunluğu bu "Endişeli" grubuna giriyor.
Oysa bu durum kendini "doğruluyan kehanet" ya da "tavuk yumurta ilişkisine" benziyor. Bilimsel olarak da tespit edilmiş bir olgu bu.


Kendi duygusal sorunları nedeniyle gerginlik, sıkıntı, huzursuzluk yaşayan anneler bu durumu çocuklarına yansıtabilmektedir ve bunun sonucu olarak karşılıklı bir etki-tepki mekanizması devreye girer. Bebeğin beslenmeye karşı isteksizliği annenin daha endişeli, gergin ve huzursuz olmasına yol açar. Anne bu ruh haliyle ya yeme işlemini fazla uzatır veya gereğinden erken keser ve bu da çocuğun daha fazla gergin ve sinirli olmasına yol açar.



2004 yılında yapılan bir çalışmada çocuklarıyla yeme sorunu yaşayan annelerin çocuklarıyla yakınlık kurma ve temas kurma gibi büyümeyi destekleyen davranışların azaldığını göstermiştir.
Başka çalışmalarda bu tip sorunlar yaşayan çocukların anneleriyle daha az kaliteli zaman geçirdikleri, daha az oyun oynadıklarını göstermiştir.




Sonuç olarak yeme sorunları yaşayan bebeklerin anneleri önce kendi kaygı ve sıkıntılarıyla baş etmeyi öğrenmeli, çocukla yemek dışı paylaşımlarını arttırmalı, çocuklarının özerklik duygularının  gelişmesini engellememeli ve kendilerininki de dahil belli bir yeme düzenin oluşmasını sağlamalıdırlar.


Doktor sitesi'ndeki makaleden alıntı yaptım. Yazının tamamını da okumanızı öneririm, buradan okuyabilirsiniz.

E konu sonuçta bebeği de üzdüğü için oğlumun ağlayan resimleri. Ki annesinin kulağına küpe olsun, bu endişe konusunu çözsün:)
Anne babalar için endişelenmemek mümkün mü? Ona da geleceğim bir başka yazımda...

Perşembe, Şubat 11, 2010

Yine yeni yeniden Beeen....

Ayça sağolsun bir 1.000 yıl kadar önce beni ""Hakkında hiç bilinmeyen 7 şey" konusunda sobelemişti ama bu aralar kafam o kadar yoğun ki ancak oturup yazabiliyorum. Kafamın yoğunluğu ise başka yazı konusu. Özetle "Oğlum 6 aylık, hangi konularda yerli yersiz endişelensenip de kendimi yorsam acaba?"
***
İngilizce Blog Meme, Türkçe Blog Sobe'si olarak özetlenebilecek durum, blog yazarlarının birbirlerine "elim sende" diyerek, ortamı interaktif hale getirip, blog yazarları arası iletişimi ve blog sahibinin motivasyonunu hedefleyen küçük bir oyun benim anladığım kadarıyla.


İnternet dünyasında bilimsel karşılık arıyorsanız:
In science, a Meme (pronounced to rhyme with “theme”) is a self-propagating unit of thought that is spread from one host to another. Like genes, as Memes spread they mutate or die. Only the fittest Memes survive. Burada okudum.(Mütavazı şahsiyetimin yapacağı Türkçeleştirmeyle- : Bilimsel olarak, Blog Meme/ SOBE, kendi kendine 1 evsahibinden diğerine yayılan bir çeşit fikirdir. Genler gibi SOBE'ler de ya mutasyona uğrar ya da ölür.Ancak en sağlıklı SOBE'ler devam edebilir..."
***
Neyse günün anlam ve önemine geri dönersek:
  1. SEZGİLER:Oğlum olacağını önceden rüyamda gömüştüm. 2008 yazında,  2009'da Aslan burcu bir erkek bebek doğuracağımı biliyordum. Bir de kızım olacak biliyorum, ama onun yılı ve burcu daha malum olmadı :)
  2. YEŞİLAY: Alkol düşmanı idim. Ortaokulda, son derece de laik bir okula okumama rağmen din dersimin etkisinde kalmıştım sanırım. Annemle babamın 40 yılda bir güzel bir şeyi kutlamak için evde kızartılan patatesin  yanında açtıkları birer şişe birayı bardaklarına koyduklarında, başlardım yalvarmaya:"Ne olur içmeyin, sonra cehenneme gideceksiniz." Sonra üniversite yıllarımdan başlayarak annemleri öte dünyada (artık gidecekleri mekan her neresiyse) yalnız bırakmamak için geçmiş yılların acısını çıkardım. Zaten üniversitedeki çok düşünceli hocalarımızın bizi yarısı yıkılmış, üzerimize çökmek üzere olan eski ahşap evlerin rölövelerini almak gönderdikleri, Ankara köylerinde donmamak için yapılacak tek şey Köpek Öldüren Şarabı'yla Sprite'ı karıştırıp içmekti. Önemli olan soğuğa ve çöken döşemelere rağmen hayatta kalmak ve çizimleri hafta hafta hocaya teslim edebilmekti. Proje sabunlamayı da bu derste öğrenmiştim abilerimizden. E müstehaktı hocalarımız da... Şimdilerde özel bir olay olacak da, fasıla gideceğiz de de de....
  3. SİGARA:Sigara hiç içmedim, içmem, yakınımda biri içerse de soluğuma karışsın istemem. Eşimle çıkmaya başlamadan önce ona ilk sorduğum soru, "Sigara içiyor musun?", ikincisi "Peki, hiç içtin mi?" . 2. sorunun sebebi malum, tiryakiyse gene başlar falane...O derece bir düşmanlık yani.
  4. POKER SURAT? :Suratım bir tiyatrodur. Çok çok istesem de eşim gibi Poker Surat değilim. Asla gerçek fikrimi gizlemem, gerekse bile gizleyemem. Sakince dinleyip, sürpriz cevap vermeyi istesem de başaramam. Daha karşımdakinin konuşması bitmeden ben gerçek fikrimi beyan etmişimdir.  Bu özelliğimden çok çekmişimdir, çok üzülmüşümdür ama yüzümü eğip bükmemeyi hala öğrenemem. Eşimin bende en sevdiği özelliklerinden birinin bu olması, içime biraz su serper. Özel hayatımda beni böyle ya tam severler ya da hiç ama hiç sevmezler zaten. Bir satranç tahtası olan iş hayatında ise bu özelliğim tam bir baş belası. :) Arkadaşlarım, ailem ve eşim bu durumumla çok eğlenir...
  5. GEL-GİT: Kitap okusam bile hatayı ve hayatı teoriden öğrenemeyenlerdenim. Hani ailesinin yaptığı tüm uyarılara rağmen elini ateşe sokan çocuk var ya, o benim. Bir konuda doğruyu bulana kadar uçuruma doğru giderim. Foucault'nun sarkacı gibi sallanırım fikirler arasında, beyazdan siyaha dek. Sonunda bulduğum yerin doğruluğu içime sinerse, dünya gelse fikrimi değiştiremez. Beni ben yapan "gel gitl"ler oldu hep. Ortaokulda Fundamentalist Dinci (Kolay referans için Madde2), Lisede Dinsiz, sonraki 10 sene Soru İşareti (Acep?) ve şimdi Spiritüalist olarak yaşıyorum. Halimden de çok memnunum, burası kaldığım noktadır:) Şimdilik!
  6. KÖTÜ SON:Saçımı ilk kez üniversite son sınıfta boyamıştım. Üstelik de koyu, siyaha bakan, ışık vurdukça kızıl olduğu anlaşılan bir kızıla. Babam anneme "Ne olacak bu kızın sonu?" diye sormuştu. Yok öyle küçük kasabalı değiliz. Üstelik ben de babam da Ankara'da TED Koleji'nde okumuş, normal şehirli tipleriz. Ama işte...
  7. TOM CRUISE: Üniversite kendimi o kadar mimarlık okumaya adamıştım ki, Tom Cruise gibi dolaştığımı yeni farkettim. :)

Şimdi de ben SOBE'liyorum, ama 7 tane blogger tanıyor muyum diye önce düşündüm. Daha da fazla tanıyorum ama çoğu sobelenmiş bu konuda, hem de 2'şer,3'er kez kez ve çok yakınlarda...
Ben de daha yeni tanıştığım veya sobelenmemiş/ ilgilenebileceklerini düşündüğüm 7 blog yazarını seçtim. E algıda seçicilik tabi, çoğu anne :) Döktüresiniz diye...

Esen e hadi yaz biraz, bekliyoruz...
Güneş merhaba yeniden...
E.T. hoşbulduk...
Mutlu biraz da eğlenelim...
Yapıncak hani nerede ada kızımızın maceraları?
Sokak Kedisi pssst...
Banu FSD nelere kadir, eski eskiii iş arkadaşımı buldum:)

    Çarşamba, Şubat 10, 2010

    Halk Ekmek'in Ekşi Mayalı Organik Ekmek'i


    Bugünlerde en basit gıda Ekmek'i bile saf elde edebilmek için çaba göstermek gerekiyor.
    Önce benimle röportaj yapan dergi editörü, ardından Doğum fotoğrafçım, son olarak arkadaşım ve yol gösterici duyarlı anne Sevgili Ayça sayesinde daha yakında takip etmeye başladığım Fikir Sahibi Damaklarhttp://fikirsahibidamaklar.blogspot.com/ bu ve bunun gibi düzgün yiyecek arayışı olarak özetleyebileceğim konuları gündeme getiriyorlar. 
    Halkın bilinçlenmesi, içeriği belirsiz ürünler konusunda üreticilerin dürüst olması peşinde de koşuyorlar. Hala doğal yollarla üretim yapan üreticileri kendi aralarında paylaşarak hem üreticiye destek oluyor, hem de doğal besinlerini elde etmiş oluyorlar. Slow Food hareketi de önemli bir konu.

    Gene sayelerinde haberdar olduğum bir konu:
    Üyesi olduğum anne e-posta grubunda bebek için ekmek yapılması konuşulmuştu. Ama maalesef herkesin buna zamanı, imkanı yok. Oysa Halk Ekmek'in organik ekmeği varmış. 400gr'ı 1.50TL. Ayrıca doğu Anadolu'daki köylüyü de organik üretim için cesaretlendiren sosyal bir proje. Maalesef yeterince tanıtılamadığı için bu ekmeğin üretimin kaldırılması söz konusuymuş. Oysa eve yapma şansı olmayan pek çoğumuzun işine yarayacak, güvenilir, sağlıklı ve ekonomik çözüm. 

    Halk Ekmek Çölyak ve Fenilketonuri hastalarına özel ekmek de üretiyor. .Ayrıca Halk Ekmek yakın zamanda Migros'larda da satılmaya başlandı.Belki alımlarımızla onları üretime devam etmeye ikna ederiz :P 

    Salı, Şubat 09, 2010

    Blog'a misafir geldi...

    Arkadaşım Suzan, meslekdaşım, Avatar üstadı (James Cameron film sektöründeyse, Suzan da mimarlık sektöründe :P), ama bloga misafir oluşunun sebebi annesi Finli. Dolayısıyla pek çok konuda olduğu gibi çocuk yetiştirmede de bizden çok farklı bilgi ve fikirleri var. Suzan'ın kış günü buz tutmuş nehire girdiğini görmediysem de, beraber çalıştığımız dönemde dışarıda lapa lapa kar yağarken, Rumeli Hisarüstündeki evinde banyo yapıp, Kuruçeşme'deki ofise geldiğinde çıkardığı şapkasının altındaki saçlarının hala ıslak, hatta şıpır şıpır su damlayacak denli ıslak olmasına hayret etmişliğim vardır. (Ama bunu sürekli yaptığını farkedince artık bir merak unsuru olmaktan çıktı tabi.) Bunu ben yapsam "Sinüzit olacaksın evladım." nidaları annem yanımda olmasa bile kulaklarında çınladığı için ya zor cesaret ederim, ya da koşullandığım için hasta olurum. (Anne'cim sözüm sana değil, toplumsal bir koşullanma, biz sadece örneklemeyiz :))

    Neyse Suzan'ın abisi Finlandiyada çalışıyor ve eşi de Finlandiya'lı. Yeğenleriyle olan yaşanmışlıkları dolayısıyla bana bir öneri maili atmış sağolsun Suzan. O kadar hoş ki burada paylaşmak istedim.
    İşte Suzan'ın önerileri ve tatlı yeğenleri:
    *****
    Özgecim,

    Denizhan'ın seyir defterinin takipçisi olarak denenmiş iki yöntem hakkında örnekli fotolar göndermenin ileride yaratıcı fikirlerine ilham kaynağı olabilmesi bakımında fayda sağlayabileceğini düşündüm.

    Noel Baba saat ücretli olarak kiralanmıştır:) Noel hediyesi alınan dükkandan rezervasyon yaptırılır. Alınan hediyeler arabanın bagajına saklanır. Nokia telefon ile buluşma saatinde eve gelen Noel Baba evin
    önünde karşılanarak, zuladaki paketler kendisine teslim edilir. Olaydan bi haber durumdaki yavrucaklar, eve gelen kırmızı giysili adamın verdiği oyuncaklar yanında yıl boyunca uslu durmaları ve anne  babalarını üzmemeleri, aksi takdirde gelecek sene hediye alamayacakları konusunda uyarılır. Evin aşırı haylaz oğlu bu hikayeye oldukça inanmış ve davranışlarında gözle görülür bir iyileşme
    saptanmıştır. Olay denenmiş ve bir miktar başarı sağlanmıştır.



    Bebeklerin anne karnında sıvı içinde bulunmaları nedeniyle geliştirdikleri refleksle 6 aya kadar suyun içersinde akciğerlerine su kaçmadığı, bebekli aileler için katılınan yüzme seanslarında denenmiştir. Fotoğraf küçük yeğen Luna'dan.


    Şaka bi yana: Denizhan'ı suya alıştırmak? İstanbul'da? Nerede? Dener miydin?
    Bi fikir sadece.

    Sevgiler,

    Suzan
    *****
    Suzan'cım,

    Fikirler de fotograflar da çok yaratıcı, çok keyifli. Hele Luna tam bir su perisi:) Teşekkürler.
    Aslında oğlumu suda doğurmayı istesem de ayarlayamadım. Kısmetse 2 numaraya artık. (Ali hamilelik ve doğum sonrası yaşanmışlıkla 2. bebeğe hala bu denli istekli olmamı sol beynimin çalışmamasına bağlıyor :))
    Sonra bu ciğer meselesini biz de okumuştuk, Denizhan'ı havuza götürelim mi diye doktoruna danıştık. Doktoru denize veya deniz suyuna sokabilirsiniz ama havulardaki kimyasalların maalesef Türkiye'de çok iyi ayarlanamayabileceğinden bahsetti. Biz de şimdilik yazı, denizi, Bodrum'u beklemeye başladık.
    Noel Baba olayını ise gelecek için aklımda tutacağım.

    Güzel fikirler ve tatlı yeğenlerinle gene misafirimiz olun:)

    Pazar, Şubat 07, 2010

    Öyle bir hayat yaşıyorumki...

    Haddim olarak (!) oğlumun blogunu zaman zaman başka konularda da  işgal ediyorum. Bir de beni etkileyen resim, şiir, yazı ekliyorum. Böylece büyüyünce o da anne, babasının yaşadıkları ruh halleri hakkında fikir sahibi olabilir hem de :)
    Bu şiir iyi bilinir. Beni en etkilyen bölüm "Denizleri seviyorsan..." diye başlayan kıta. Bu siteye sırf Dnzhn resimleri görmek için girenleri kırmamak için de geliyor, işteee...Babasıyla güreştikten az sonra Dnhzn.



    Öyle bir hayat yaşıyorum ki,

    Cenneti de gördüm cehennemi de
    Öyle bir aşk yaşadım ki
    Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
    Bazıları seyrederken hayatı en önden,
    Kendime bir sahne buldum oynadım.
    Öyle bir rol vermişler ki,
    Okudum okudum anlamadım.
    Kendi kendime konuştum bazen evimde,
    Hem kızdım hem güldüm halime,
    Sonra dedimki 'söz ver kendine'


    Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
    Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
    Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
    Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.


    Öyle bir hayat yaşadım ki,

    Son yolculukları erken tanıdım
    Öyle çok değerliymiş ki zaman,
    Hep acele etmem bundan,
    Anladım...

    Nietzsche

    Perşembe, Şubat 04, 2010

    Hititler'den bir Dua...


    Canı isterse, havada bile uyuyan bebeğime ...

    "Tanrım,
    Beni yavaşlat.
    Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir...
    Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele...
    Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver ..
    Sinirlerim ve kaşlarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür.
    Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol...
    Anlık güzellikleri yaşayabilme sanatını öğret;
    Bir çiceğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı,
    güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi ögret...
    Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat.
    Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini ,  
    yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler oldugunu bileyim...
    Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.
    Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi
    büyümesine bağlıdır...
    Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı
    değerlerine doğru göndermeme yardım et.
    Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha
    sağlıklı olarak yükseleyim.
    Ve hepsinden önemlisi...
    Tanrım,
    Bana değiştirebileceğ im şeyleri değiştirmek için CESARET,
    Değiştiremeyeceğ im şeyleri Kabul etmek için SABIR,
    İkisi arasındaki farkı bilmek için AKIL ve HİKMET,
    Beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak DOSTLAR ver..."

    HiTiTLER'iN M.Ö.2000 YILINDAKİ DUVAR YAZISINDAN

    Ufak Şeyleri Dert etmeyin

    Tam da ihtiyacım olduğunda bir yazı çıkar karşıma. Okuyunca biraz ferahlarım. Bunu evrenin, meleklerimin, tanrının, ya da adına her ne derseniz o olsun, ama göklerdeki bir dostumuzun mizah anlayışına veririm. Bu farkına varışla en yalnız olduğumu hissettiğim anda aslında ASLA yalnız olmadığımı gene hatırlarım. (sonra gene unuturum kesin) Çarpık bir tebessüm yüzüme yerleşir... Aslında hep var beni gülümsetecek ve sığındığım köşeden dışarı çıkartacak bir şey. En başta oğlum var, oturamam öyle köşelerde. Depresyon bile bir lüks tüketim ürünüdür, çalışan koşturan, didinen insanların yeri olan varoşlarda barınamaz. sözü gelir aklıma... Beklentini düşür, bekleme derim gene...
    ******


    Kaynak: Ufak Şeyleri Dert etmeyin, Dr. Richard Carlson (gönderen Özlem'e teşekkürler...)


    Birçok felsefenin en temel mânevi ilkelerinden biri, hayatın belirlediğiniz gibi olmasında ısrar etmeyip, yüreğinizi o anda “olanlara” açık tutmak düşüncesidir. Bu düşünce çok önemlidir, çünkü içimizdeki mücadelelerin çoğu hayatı kontrol etme arzusundan ve gerçekte olduğundan farklı hale getirme ısrarından kaynaklanmaktadır.  Ne var ki, hayat her zaman  istediğimiz gibi değildir…  sadece olduğu gibidir.  




    Bizim huzurumuz,  o anın gerçeğini ne kadar kabul edebildiğimize bağlıdır.
    Hayatın nasıl olması gerektiği konusunda önceden oluşturduğumuz kavramlar varsa, bunlar, içinde yaşadığımız anın tadını çıkarmamıza ve o durumlardan ders almamıza engel olur. Bu yüzden, belki de bizim için mükemmel bir uyanışa yol açacak olayların değerini anlayamayız.
    Bir çocuğun yakınmalarına, ya da eşinizin hoşnutsuzluğuna tepki göstermektense, yüreğinizi açın ve o anı olduğu gibi kabul etmeye çalışın. Onların sizin beklediğiniz gibi davranmayışlarına itiraz etmeyin. Ya da, üzerinde epey çalışmış olduğunuz bir proje reddedildiği taktirde, bozguna uğramış gibi hissetmeden, “Ne yapalım, gelecek sefere kabul ettiririm” diye düşünün.  Derin bir soluk alın ve tepkinizi yumuşatın.
    Yüreğinizi bu şeklide açarken amacınız yakınmalardan, reddedilmekten, ya da, başarısızlıktan hoşlanıyormuş gibi görünmek değildir; sadece hayat umduğunuz gibi gerçekleşmediği zamanlarda, bunu kolayca kabullenebilecek hale gelmektir. Günlük yaşamın zorlukları içinde yüreğinizi açmayı öğrenebilirseniz, o güne kadar sizi hep rahatsız etmiş olan şeyleri artık sorun olarak görmeyi bırakırsınız. Perspektifiniz derinleşir.  Mücadele ettiğiniz şeylerle savaşmaya başladığınız zaman hayat gerçekten bir savaş haline gelebilir. Tıpkı bir ping pong maçına döner ve siz kendinizi top yerinde bulursunuz. Oysa, kendiniz o anın  akışına bırakıp, olanları telaşsızca kabullendiğiniz taktirde içinizde daha huzurlu duygular belirecektir. Karşınıza çıkacak küçük zorluklar üzerinde bu tekniği deneyin. Giderek aynı bilinçli davranışı daha büyük olaylar üzerinde de uygulayabilir hale geleceksiniz. Bu da gerçekten çok güçlü olmanızı sağlayacaktır.
    Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...